• Bizi Takip Edin
  • Follow Us
Türkiye’nin dünyada en iyi tanınan yönetim danışmanlık şirketiYaşam kalitesi, yönetim kalitesi ile artar Globally recognized Turkish management consulting firmImproving quality of management improves quality of life

Su ve Küresel Yönetişim

Su yaşamdır, su güçlüdür.  Suyun gücü milyonlarca insanın yer değiştirmesine yol açar.  Suyun yetersizliği kuraklık, fazlası ise sel nedeniyle insanları yurtlarından eder.

Yaşamın temelini oluşturan temiz su kaynaklarının gitgide tükenmesi ve kirlenmesi dünyanın en önemli problemlerinden biri haline geliyor. Suyun ekolojik dengeleri bozacak düzeyde tüketimi ve kirletilmesi sorununa çözüm bulabilmek, yeryüzünün 50%’sini kaplayan ve dünya nüfusunun 40%’nın yaşadığı bir alana yayılmış olan 300 su havzasının iyi yönetilmesini gerektiriyor.

Dünyada yaşamın sürdürülebilir kılınması için insanların karşılıklı bağımlılıklarını çok daha iyi anlamaları gerekiyor.  Bir bölgedeki aşırı enerji tüketiminin, global ısınma sebebiyle diğer bir bölgede sel baskınlarına yol açtığı, Afrika’da oluşan ve başta pek önemsenmeyen bir hastalığın Amerika’da salgın hale geldiği ya da terörist saldırıların kendilerini besleyenleri hedef aldığı dünyamızda, su sorunu, küresel yönetimin gerekli olduğu önemli bir alan olarak karşımıza çıkıyor.  Kaçınılmaz olan, yönetim sistemlerinin ve bakış açılarının küresel bir boyut kazanmasıdır.

Çağımızda su tüketimi geometrik olarak artmaktadır. 20. yüzyılın ilk 80 yılında dünyada kişi başına düşen su kullanımı 200% artmıştır.  Bu artışın karşılanması için temiz su kaynaklarının kullanımı 566% oranında arttı.  Yaşamın suya dayandığını düşünürsek, bu trend dünyanın geleceği için kritik bir tehlike oluşturuyor.

Ortalama bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için günlük 5 litre, temizlik, yemek pişirme gibi diğer yaşamsal faaliyetler de göz önüne alındığında günlük 50 litre suya ihtiyacı vardır.  Oysa bir A.B.D. vatandaşı günde 250-300 litre su tüketirken, dünyada her beş insandan biri güvenli içme suyuna erişememekte ve her yıl 5 milyondan fazla kişi (tüm savaşlarda ölenlerin 10 katı) susuzluğun yol açtığı hastalıklardan ölmektedir.  Bu durum dünyada su yönetiminin güçlüğüne ve önemine işaret eder.

Böylesine temel bir ihtiyacın herkese ücretsiz olarak sağlanması gerektiği düşünen birçok kişi vardır.  Ancak, suyun doğanın yaşama bir armağanı olduğunu düşünenler suyun yeraltından çıkarılması, taşınması, barajların yapımı, ve pompaların işletilmesini insana bıraktığını da unutmamalıdır. Evet su haktır, ama her hak bir sorumuluğu ve yükümlülüğü getirir.  Suyun suni olarak düşük fiyatlandırılması, verimsiz kullanımına ve hizmet sunumuna yol açar.

Suyun bir değerinin olduğu ve verimsiz kullanımının yaşamın sürdürülebilirliğini azalttığı unutulmamalıdır.  Suyu kullanarak ve kirleterek tüketenler, dünyanın geleceğine yönelik araştırma ve yatırımlarda kullanılmak üzere bir bedel ödemek durumundadırlar.

Suyu bir ticari varlık olarak görmek verim ve etkinlik artışını sağlar.  Suyun yer değiştirme özelliği suyun mülkiyet haklarının ve kontrolünün belirlenmesini zorlaştırmaktadır.  Pazar mekanizmasını oluşturmak için birçok ülkenin bugün yapmadığını yaparak, mülkiyet haklarını net biçimde tanımlamak gerekli.

Uluslararası su pazarlarının oluşumu ve su ticaretinin temelini oluşturduğu ekonomik bağımlılıklar, anlaşmazlıkların önüne geçmek için de iyi bir araç olarak kullanılabilir.  Pazar dengeleri, suyun miktarını ve kalitesini ve verimliliği artıracak yaratıcılığı ortaya çıkaracaktır.

Günümüzde, mevcut ekonomik üretimi ve yaşam kalitesini hiç azaltmadan su talebini endüstride 40-90%, şehirlerde 10-50%, tarımda ise 30% oranında azaltacak teknolojiler mevcuttur.  Önemli olan bunları hayata geçirecek teşvik mekanizmalarının ortaya konulmasıdır.

Yakın zamana kadar su yönetimi tamamen devletler tarafından üstlenilmekte iken, artık Sivil Toplum Kuruluşları (STK) bu alanda yönlendirici roller oynamaya başlamışlardır. Yoksulluğun azaltılmasına katkıda bulunan sivil toplum girişimleri tartışarak, kaynak oluşturarak ve örgütleyerek ihtiyacı olanlara gerekli su kaynağını ulaştırmaktalar.  STK’lar ve uluslararası kurumlar bu sorunların çözümünde merkezde yer alırken, katılımcı demokrasinin gelişmesini de sağlıyorlar.  Bu kurumlar devletin yerini almak değil, tam tersine ona destek olduklarında sorunların çözümüne önemli katkılar sağlayabiliyorlar.

Hayati değer olan suyla ilgili çözümlerde uluslararası, bölgesel, sektörel ve azınlıklar dahil tüm paydaşların ortak yaklaşımı ve beraberce karar almaları kaçınılmazdır.

Böylesine ortak bir mesele için geliştirilebilecek önerilerden biri suyun kullanımına yönelik “küresel su vergisi” olabilir. Bu vergi, günlük olarak 50 litreden daha fazla tüketim yapan her kişiden fazla tüketimi oranında alınmalı ve temiz suya erişimi bulunmayan insanların durumlarının iyileştirmesi için kullanılmalı.  Bu vergi dünya üzerindeki tüm insanların yaşamsal hakları olan günde 50 litre kullanabilir duruma gelene kadar devam etmeli.

İnsanoğlunun birbirine olan bağımlılığı gün geçtikçe artıyor ve dünyanın kaderi herkesin ortak kaderi oluyor.   Unutmamalıyız ki, küresel bir kaynak olan suyun kullanımında küresel karar alma mekanizmaları kullanılmalı ve başkalarının hakları da gözetilmeli.

13. yüzyıl şairlerimizden Yunus Emre’nin söylediği gibi “başkasına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” felsefesi dünyanın geleceğini yönlendirmede kritik önem taşımaktadır.

Günümüzde yükselen değerler olarak görülen “demokrasi” ve “insan hakları”, insanların geleceklerinin kaderini belirleyen kararlarda katılımcı olmaları ile anlam taşımaktadır.

Bunun için gerekli şartlar, “bilgiye erişim” ve “katılımcı karar mekanizmaları”dır. Bu şartları sağlamak bilgi çağında yaşayabilmekle mümkündür.  Dünyanın neresinde olursa olsun katılımcı demokrasiyi sağlamak artık bir küresel sorumluluktur ve ulusların sınırlarını aşarak, uluslararası bir toplumu ilgilendirir.

Eğer “su” gibi dünyanın geleceğini ilgilendiren bir konuda kararlar alıp, çözümler üretiyorsak ve eğer insan hakları ve demokrasiye inanıyorsak, insanları eğiterek onlara “dünya vatandaşı” olma bilincini kazandırmak için çabalamalıyız.

Sürdürülebilir bir gelişim ve dünya barışı için kararlarımızın başkalarına olan etkilerini göz önüne alarak hareket etmemiz gerekir.  İyi yönetim öncelikle, kişinin kendini iyi yönetmesidir.   Kendisi için istediğini, diğerleri için de isteyebilme olgunluğuna erişebilmesidir.

Dr. Yılmaz ARGÜDEN

İyi Yönetişim Davranışlarla Sağlanır

1(1)

2

3

4

5 (1)

 

 

 

 

Farklılıkların Yönetimi

“Sen sana ne sanırsan,
Ayruğa da (ötekine de) onu san;
Dört Kitabın manası,
Budur eğer var ise.”
Yunus Emre

Bugün şirket yöneticilerinin karşılaştıkları en önemli iki sorun yetenekli bireyleri cezbedebilmek ve birleşmeler, satın almalar, ortaklıklar kurma yoluyla sektörlerin yeniden yapılanmasını yönlendirebilmektir.

Yetenekli bireyleri çezbetmeye çalışırken, yaş gurupları, cinsiyet, ulusal kimlik, dinsel aidiyet, etnisite ve cinsel tercih açılarından büyük farklılıklar barındıran gruplara ulaşabilmeliyiz. Pek cok ülke yetenekli insanları kuruluşlarına kazandırmayı olanaklı kılacak göç politikaları oluşturmak için yasalarını değiştiriyor. Ancak, bireyler yetenekleri ile birlikte bireysel geçmişlerini de beraberlerinde getiriyorlar. Dolayısıyla, eğer yetenekle ilgileniyorsak onların farklılıklarına da saygı duymalı, bu farklılıklara da hitap edebilmeliyiz.

Birleşmelerin ve ortaklıkların başarılı olmalarının önündeki en önemli engel “kültür farkı” olarak nitelendiriliyor. Kültürlerin değişimin de durağanlığın da ardındaki gerçek güç olduğu doğrudur, ancak kültürlerin “verili değişmezler” olmadığını, “yaratıldıklarını” da unutmamak gerek. Ancak, kültürel direnişin bir kısmı yerleşik çıkarlardan ve teşvik yapılarından kaynaklanır. O halde, yeni teşvik yapıları kurmak ve ortaya çıkmış farklılıkları bir arada yönetmek, başka bir deyişle yeni bir kültür yaratmak, şirket üst kadrolarının görevidir.

Türkiye, farklılıkları bir arada yönetmenin hassas ayarlarına büyük katkılarda bulunabilecek bir tarihsel mirasa sahiptir. Osmanlı ve Anadolu uygarlıklarına baktığımızda farklı dinlerin ve cemaatlerin yaşamın çeşitli alanlarında büyük ölçüde içiçe geçtiğini görüyoruz. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana Celaleddin Rumi gibi büyük şair ve düşünürler farklılıkları bir zenginlik kaynağı olarak görmüşlerdir. Mevlana Celaleddin’in Konya yakınlarındaki bazı manastırları, sık sık ziyaret ettiği, sohbetlerine katılanlar arasında muhtelif Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerinden kişilerin bulunduğu ve hatta İstanbul’dan bile rahiplerin onunla görüşmeye geldiği kayıtlara geçmiştir.

Anadolu geleneğinde çok önemli bir yeri olan tasavvuf felsefesi, hoşgörü ve ahenge dayanır. Bu anlayışa göre farklılıkların bir arada yönetimi kendimizi yönetmek demektir. Farklılıkların bir arada yönetimi kendimizi korkularımızdan kurtarmak, gözlerimizi ve yüreklerimizi yeni perspektiflere açmak ve “kendimize ne sanıyorsak, karşımızdakini de onu sanmak” demektir.

Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu alandaki deneyiminde belirleyici olan, Batılı anlayıştan oldukça farklı bir “ben” ve “öteki” tarifi ve buna uygun özgün bir siyasal örgütlenme biçimiydi. “Millet” sistemi olarak anılan bu sistemde, farklı topluluklar kendi özerk yönetimlerine sahipti. Bu sistemde Hıristiyanlar devletin en yüksek siyasi ve mali güvenilirlik gerektiren makamlarında görevlendirilebiliyorlar, hatta eski deyişle “nazır”, yani bakan bile olabiliyorlardı.

Özetle, yeni binyılda başarının yolu, farklılıkların iyi yönetilebilmesinden geçiyor. Türkiye Avrupa’nın zenginleşmesine yalnızca yeni çeşitlilik, çokseslilik boyutları ekleyerek değil, farklılıkların bir arada yönetimi konusundaki yüzyıllar sürmüş engin deneyimiyle de anlamlı katkılarda bulunabilir.

Dünyanın Krizlere İhtiyacı Var

İnsanoğlunun dünyada kurduğu yaşam nasıl daha kaliteli ve sürdürülebilir olurdu?

Bu sorunun cevabı teknolojik gelişmelerden ziyade insanoğlunun yaşaması gereken bir anlayış devriminde yatıyor. Konuyu daha iyi anlatabilmek için öncelikle tamamen teorik bir yaklaşımı örnek verelim. Eğer her insan yaşamında kendisi tarafından bilinmeyen tesadüfi zamanlarda beş kez kimlik değiştirmek zorunda kalıp, yaşamını dünyadaki beş ayrı kişi olarak yaşamak zorunda kalacağına gerçekten inansa, dünya çok daha dengeli olurdu.

Örneğin, bir sabah kalktığımızda pasaportumuz ve kimliğimiz değişmiş ve on seneliğine hintli bir fakir olarak yaşayacak olsak. Hayatımızın bir başka döneminde filistinli bir çocuk, bir başka döneminde amerikalı bir zengin ve yine bir başka döneminde bir afrikalı veya çinli tekstil işçisi olabileceğimize inansak diğer insanları ‘öteki’ olarak görmekten vazgeçebilirmiydik, acaba?
Yaşamımızda aldığımız kararların başkalarına etkilerini daha iyi değerlendirebilirmiydik, dersiniz?

Yaşamımız süresince farklı insanların yerine geçerek yaşayacağımıza gerçekten inansak, Yunus Emre’nin dediği gibi “Sen sana ne sanırsan, Ayruğa da (ötekine de) onu san; Dört kitabın manası, Budur eğer var ise.”anlayışına daha kolay erişebilirmiydik? Bireylerin inançları farklı olsada çeşitli dinlerdeki ‘cennet-cehennem’ veya ‘reenkarnasyon’ gibi kavramların temelinde acaba insanları kendi hayatından daha uzun vadeli bakmaya veya bencillikten toplumsal duayrlılığa dönüştürme hedefi yok mu?

Maalesef, her ne kadar dinler ve düşünürler bu kavramların hayatımıza denge getirmesini hedefleselerde insanoğlu kendini krizlerle karşı karşıya kalmadıkça bencillikten kurtaramıyor. Dünyanın yönetişiminde de bu bencilliği birçok açıdan görüyoruz.

Küresel sorunlar küresel çözümler gerektiriyor. Oysa, dünyadaki liderlerin yetki ve sorumlulukları ülke sınırlarıyla belirleniyor. Liderlik seçimleri ülkeler bazında yapılıyor, vergiler ülkeler bazında toplanıyor, askeri güçler ülkeler bazında örgütleniyor, kanunlar ülkeler bazında belirleniyor. Üstelik, dünyada en yaygın yönetim sistemi olan demokrasilerde ortalama dört senede bir yapılan seçimler nedeniyle herhangi bir anda küresel sorunlara çözüm üretebilmek üzere bir araya gelen ülke liderlerinin ortalama bakış açısı iki sene gibi kısa bir süre! Bu nedenle, küresel sorunların çözümü için gerekli olan küresel yapılanmaları gerçekleştirmek güçleşiyor.

Oysa, küresel boyutta ciddi bir yapılanma ihtiyacı var. Örneğin, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF gibi küresel kurumlar küresel sorunlarla başa çıkabilecek kaynaklara ve yetkiye sahip değiller. BM’in askeri yaptırım gücü yok, IMF ve Dünya Bankası ancak ülkeler kendilerini davet ettiklerinde etkili olabiliyorlar. Üstelik, kaynaklar açısından da ülkelere bağımlılılar. Bu ve benzer kurumların günümüzün küresel sorunlarıyla başa çıkabilmesi için yetkileri ve kaynakları artırılmalı. Ancak, bu kurumların yönetiminde özel haklara sahip olan ülkeler bu hakları diğerleriyle dengeli bir şekilde paylaşmadıkça bu kurumlar için gerekli kaynakların harekete geçirilmesi de güçleşiyor. Örneğin, BM’de Fransa’nın veto hakkının olmasını ancak gerek nüfus ve ekonomik güç, gerekse askeri güç açısından daha büyük imkanlara sahip Hindistan’ın bu hakkının olmaması adil bir yönetim yapısı olmadığını gösteriyor.

Bu nedenle, uzun vadeli küresel bakış açısına sahip liderlere ihtiyaç var. Ülkeler belli konularda gönüllü olarak yetki ve kaynaklarını paylaşacak yapılar oluşturmazlarsa küresel krizlerin derinleşmesini önlemek güçleşecek. Ülkeler ve liderlerinin bu konuyu açıkça masaya koyup, büyük bir pazarlık gerçekleştirip hangi şartlarda hangi yetkilerin paylaşılabileceği ve ne gibi kaynakların küresel sorunların çözümü için harekete geçirilebileceği konusunda uzlaşmaya varmaları önemli.

Küresel sorunların gerçekten ve kalıcı bir şekilde çözümü için küresel yetki ve kaynak paylaşımına ihtiyaç var.

Ancak, ister İsrail-Filistin çatışması, ister zengin ülkelerin BM’in binyıl hedefleri doğrultusundaki yetersiz yaklaşımları, ister Türkiye-AB ilişkilerindeki gelişmeler olsun, dünyadaki ulusal liderlerin ortak çözümlere ulaşabilme becerileri göz önüne alındığında bu konularda yeterli bir gelişme sağlanmasının güç olduğu gözüküyor. Ayrıca, finansal kriz ile başlayan küresel ekonomik krizin, G-8’in G-20’ye dönüşümüne önemli bir ivme kazandırdığı olgusu, insanoğlunun değişim için krizlere ihtiyacı olduğunu vurguluyor.

Acaba ‘başkalarına, kendimiz için istediğimizi gib davranabilmek’ için dünyanın başka krizlere de mi ihtiyacı var? Uzaydan gelecek bir başka ırka karşı ortak savaş, dünyaya bir asteroit çarpmasının önlenmesi, büyük bir deprem veya salgın aslında hepimizin aynı gemide yaşadığını anlatmak için gerekli mi? Böylesi tehditler olmadan, dünya liderleri (aslında insanlar) daha dengeli ve adil olmayı sindirebilirler mi? Ne dersiniz?…

Küresel İlkeler Sözleşmesi

Küresel İlkeler Sözleşmesi (Global Compact) Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından ilk olarak 31 Ocak 1999 tarihinde Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşma sırasında önerilmiş ve 26 Temmuz 2000 tarihinde Birleşmiş Milletler merkezinde başlatılmıştır. Bu sözleşme yasal yaptırımı olmayan gönüllü bir uygulama. İmzalayan kurumları küresel ekonominin dengeli ve sürdürülebilir bir şekilde büyümesini sağlamak için gerekli çevresel ve sosyal konularda belli ilkelere uymaya tüm dünya halkları için yatırımlar yapmaya çağırıyor.

Bugüne kadar 4000’e yakın şirket ve sivil toplum kuruluşu tarafından imzalanan Küresel İlkeler Sözleşmesi imzalayan kuruluşlar için insan hakları, çalışan hakları, çevre ve yolsuzluk gibi konular çerçevesinde 4 alanda 10 temel prensip etrafında şekillenen bir yol haritasıdır.

İnsan Hakları

İlke 1: Etki alanları içinde evrensel insan haklarının korunmasına destek ve saygı gösterilmesi

İlke 2: Kendi kuruluşlarının insan hakları ihlaline karışmamış olmalarının sağlanması

Çalışma

İlke 3: Örgütlenme özgürlüğü ve toplu sözleşme haklarının etkin bir şekilde tanınması

İlke 4: Her türlü zorlayıcı ve baskı altında çalıştırmanın engellenmesi

İlke 5: Çocuk isçiliğinin etkin bir şekilde önüne geçilmesi

İlke 6: İşe alma ve çalışma süreçlerinde ayrımcılığın önlenmesi

Çevre

İlke 7: Çevre ile ilgili konularda, zarar oluşmadan önleyici yaklaşımın desteklenmesi

İlke 8: Daha etkin bir çevre sorumluluğunun yaygınlaştırılması için girişimde bulunulması

İlke 9: Çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve yaygınlastırılmasının özendirilmesi

Şeffaflık ve etik değerler

İlke 10: Rüşvetin ve kara para ile ilişkilerin önlenmesi

Türkiye’nin önemli sorunlarından birisi de uluslararası imajı. Bu konuda tantım eksikliğinin ve yapılan tanıtımda “müşteri odaklı” olmamanın acısını çekiyoruz. Tanıtım eksikliğini en iyi anlatan örneklerden birisi şu şekilde özetlenebilir: Türkiye’ye ilk kez gelen yabancıların %95’inden fazlası Türkiye’den çok olumlu olarak etkilenmiş olarak geri dönüyorlar. Bunun nedeni gelmeden önceki beklentileriyle gördükleri arasındaki fark.

Müşteri odaklı olmamaya ise şu örnek verilebilir: Türkiye tanıtımı deyince hep Türkiye filmi yaptırmayı, Türkiye posterleri hazırlatmayı düşünüyoruz. Oysa, örneğin Hiristiyanlığın tarihçesi isimli bir filmde Kapadokya olmasa idi Hiristiyanlık Roma zulmünden kurtulamazdı mesajının veya Patara’da kalıntılarının gösterdiği demokrasi anlayışının ABD Anayasası’na ilham kaynağı olduğunu anlatan bir kitabın Türkiye tanıtımına çok daha katkısı olacaktır. Çünkü “müşteri odaklı bir anlayışı yansıtıyor.

Ayrıca, tanıtım meselesinin sadece duyurmak ve anlatmak değil, aynı zamanda, belki de daha önemlisi, dünyadaki gelişmelerin oluşmasına katkıda bulunmak olduğu bilincine kavuşmalıyız. Örneğin, AB ile ilişkilerimizi sadece AB vs Türkiye boyutunda değil, daha önemlisi AB’nin sorunlarına çözüm üretmeye katkı sağlama boyutuna taşımalıyız. Bu nedenle, AB think-tank’lerine en çok katkı yapan ülkeler arasına girmek, AB’nin en önemli sanat etkinliklerinde en ilgi çeken düzenlemeleri yapmak gibi konulara ağırlık vermek yerinde olacaktır. KalDer’in Ulusal Kalite Hareketi ile Türkiye’nin şirket ve kurumlarıyla EFQM’de en çok ödül kazanan ülke konumuna gelmesini sağlaması gibi faaliyetlerle ülkedeki başarıları Avrupa boyutuna taşıması gibi faaliyetlere öncelik vermeliyiz.

Benzer şekilde, dünya’da gelişen trendleri takip eden değil, onların oluşumuna katkıda bulunan ve Türkiye’deki “en iyi uygulamaları” dünyaya tanıtarak bu örneklerin dünya standartlarını oluşturmaya katkı sağlamasını gerçekleştirmeliyiz. Bu konuda ısrarlı, düzenli kaynak ayırmak Türkiye imajını geliştirmek açısından önem taşımaktadır. Kısaca, “Türkiye’deki başarılı uygulamaları dünyanın gündemine taşımak ülke itibarımız açısından çok önemli.”

Dünya’da karşılıklı bağımlılık arttıkça, küreselleşmenin güvenilir bir parçası olmanın önemi de artıyor. Örneğin, artık ihracat için ISO belgesi bir gereklilik haline geldi. Yakında Basel II nedeniyle küçük büyük tüm kurumların finansal risk değerlendirilmesi de zorunlu hale gelecek. Krumsal sosyal sorumluluk da henüz zorunluluk haline gelmediyse de Birleşmiş Milletlerin “Küresel İlkeler Sözleşmesi” gibi girişimlerle küresel ağların güvenilir bir odağı olmanın bir göstergesi olacak. Bu nedenle bu gibi gelişmeleri Türk şirketleri yakından takip edip, bunların gelişimine katkıda bulunup, zorunluluk haline gelmeden çok once iş süreçlerinin bir parçası haline getirmeli.

Küresel İlkeler Sözleşmesini imzalayan kurumlara birbirlerinden öğrenme ve diyolog kurma ortamı yaratabilmek üzere 5-6 Temmuz tarihleri arasında Cenevre’de Küresel Liderler Toplantısı düzenlendi. Toplantıya 1000’i aşkın lider katıldı. Bu nedenle, bu toplantıda Türkiye’yi temsil eden 6 şirket ve 2 sivil toplum kuruluşu temsilcisi sadece kendi kurumları açısından değil, aynı zamanda ülke tanıtımı açısından da önemli bir görev üstlendi. Ülkemizden çok daha fazla kurum ve liderin küresel konularda öncü ve örnek uygulamalar geliştirmesi ve bunu uluslararası platformlarda etkin bir şekilde tanıtması ülke imajını geliştirmek açısından en önemli katkı olacaktır.

Yaşlanan Dünya

Ekonomik olarak gelişen toplumlarda nüfusun büyümesi yavaşlıyor. Bu nedenle, dünya zenginleştikçe ortalama nüfus artış hızları da azalıyor. Demografik gelişmeler, daha önce görülmemiş düzeyde savaş veya salgınların olmaması halinde, en kolay tahmin edilebilen göstergeler arasında olmasına karşın genellikle gelecek tahminlerinde yeterince kullanılmamaktadır.

Birçok kurum demografik verileri gelecek ile ilgili stratejilerini oluştururken yeterince dikkate almıyor. Örneğin, bu nedenle Türkiye’de doğuda yaptırılan birçok okul binası atıl kalırken, göç alan birçok şehirde sınıflar yetersiz kalmaktadır. Benzer şekilde şirketlerin ve diğer ülkelerin de politika kararlarında ve yatırımlarında demografik verilere yeterince dikkat edilmemesinin önemli yanlışlara neden olduğu gözlenmektedir.

Bunun en önemli nedeniyse demografik gelişmelerin yavaş seyretmesidir. Örneğin, 1950 ile 2000 yılında dünya nüfusunun 60+ yaş düzeyindeki kısmı %8’den ancak %10’a çıkmıştır. Ancak, gerek tıp alanındaki gelişmeler, gerekse insanların yaşam kalitesindeki gelişmeler ortalama yaşam sürelerini uzatıyor. Artık çocuklarımızın ortalama yaşam sürelerinin 100’ü aşması bekleniyor. Bu nedenle, 2000 ile 2050 yılları arasında 60+ yaş grubundaki nüfusun toplam nüfusa oranının %21’i aşması bekleniyor. 2050 yılında 9 milyarda dengelenmesi beklenen dünya nüfusunun böylesi önemli bir kısmının 60+ yaş grubunda olmasına yönelik hazırlıklar ise yok denecek düzeyde.

Kısaca, dünya yaşlanıyor ve bugünden yaşlı insanların arttığı bir dünya için hazırlık yapmazsak, bu konu önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacak. Bu nedenle, gerek şirketlerin, gerek sivil toplum kuruluşlarının, gerekse devletlerin bu konuya yaklaşımında önemli değişimler gerekiyor.

Yaşlanan bir dünya nüfusu özellikle dünyanın ekonomik olarak daha az gelişmiş bölgelerinde ekonomik bir sorun olarak da karşımıza çıkacak. Çalışma hayatları boyunca yeterince tasarruf sağlayamamış olan bir toplumda yaşlılığın finansmanı önem kazanıyor. Dünyada günde bir doların altında bir gelir ile yaşayanların üçte ikisi bu tip ülkelerde yaşıyor. Bu ülkelerde yeterli bir sosyal güvenlik sistemi yok. Bu nedenle yaşlıların yaşam kalitesi aile bağlarının gücüne bağlı. Aile onların tek sosyal güvenlik sistemini oluşturuyor. Bu konuda yapılan çalışmalar özellikle erkeklerin yaşlandıkça sosyal çevrelerinin daraldığını ve aileye olan bağımlılığın arttığını gösteriyor. Ailelerin yaşlı bakımı konusunda teşvik edilmesi, yaşlı bir toplumla başedebilmenin en etkin araçlarından birisini oluşturuyor. Üstelik, bu konuda eğitilen aile bireyleri sdece kendi ailelerindeki yaşlılara bakabilmek açsından değil, aynı zamanda ekonomik bir faaliyet olarak gelir düzeyini artırabilmek açsından da fayda sağlayabiliyor.

Yaşlılıkta kaliteli yaşam sürebilmenin en önemli araçlarından birisi verimli olarak çalışabiliyor olmak. Bu nedenle, özellikle mecburi emeklilik yaşı uygulamalarının değişen demografik trendlere uyarlanması ve yaşlılara iş bulmada fırsat eşitliği sağlayan politikaların uygulanması önem kazanıyor. Yaşlıların çalışma hayatına katılım sürelerini uzatabilmek için onların eğitiminin güncellenmesi de gerekiyor. Bu nedenle, yaşlanan bir dünyada sadece gençlere değil, ileriki yaşlardaki insanlara da sürekli eğitim sağlayabilmek üzere politikalar geliştirmek gerekiyor.

Ayrıca, yaşlılık dönemini de kapsayacak daha uzun çalışma süreleri sağlayabilmek için bir çok konuda değişim gerekiyor. İşverenlerin yaşı nedeniyle belki enerji seviyesi daha düşük, ancak bilgi düzeyi yüksek kişilerden faydalanabilecek şekilde yeni işler oluşturmaları gerekiyor. Belki daha az çalışma saatlerinden oluşan işler oluşturmak gerekiyor.

Yaşlıların çalışabilmeleri sadece ekonomik nedenlerle değil, yaşama bağlanabilme açısından da önemli. Bu nedenle, gönüllü kuruluşlarda görevler üstlenebilecek yetkinlikler kazandırılması onların aşam kalitesini artıran bir unsur oluyor. İnsanlar faydalı olduklarını hissettikçe yaşama bağlanıyorlar ve daha kaliteli bir yaşam sürebiliyorlar.

Yaşlılıkta sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek, sadece sağlık sorunlarını çöebilmeye değil, aynı zamanda onları önleyebilmeye de bağlı. Bu nedenle daha sağlıklı bir toplum için önleyici hekimliğe ağırlık verilmesi gerekiyor. İnsan alışkanlıklarının eseridir. Bu nedenle, sağlıklı yemek yemek, düzenli spor yapmak, sigara gibi zararlılardan uzak durmak, aşı ve düzenli sağlık kontrolleri gibi koruyucu önlemleri almak alışkanlıklarının toplumda yaygınlaşması için bilgi sunumu ve teşvik mekanizmalarının geliştirilmesi daha sağlıklı bir toplum için gerekli politikalar arasında sayılabilir.

Yaşlıların yaşam alanlarında alış veriş, eğlence, sosyal aktivite gibi gereksinimlere kolay ulaşabilecekleri altyapı sistemlerinin kurgulanması ve kamu yatırımlarının bu anlayış ile gerçekleştirilmesi yaşlılıkta daha kaliteli bir yaşam süren bir topluma ulaşabilmeye destek olur.

Özetle, kamu yatırımlarından, finansman sistemlerimize; sosyal yapıdan, günlük alışkanlıklarımıza kadar farklı yaklaşımları teşvik etmek ve desteklemek yaşlanan dünyada yaşam kalitesini geliştirebilmek için şimdiden üzerinde çalışılması gereken politika alanlarıdır.

Karbon Salınımını Azaltmak

Dünyanın yaşanabilir olma özelliğini korumak için insanoğlunun ürettiği karbon salınımlarını azaltması gerekiyor. Ancak bu sonucu elde edebilmek söyleyebilmek kadar kolay değil. Çünkü, böylesi bir sonuç için hem ülkelerin, hem de iş dünyasının birbirleriyle koordine edilmiş bir yaklaşımı uzun vadeli olarak disiplinle uygulamaları gerekiyor. Üstelik küresel ekonomik kriz ortamında bu konunun gündemden düşmemesi sağlanmalaı. İşte bu nedenle, Birleşmiş Milletlerin Aralık 2009’da Kopenhag’da dünya liderlerini bir araya getireceği toplantı çok önemli.

Gerek Küresel İlkeler Sözleşmesini (Global Compact) destekleyen şirketlerin, gerekse Dünya Ekonomik Forumu üyelerinin CEO’ları Kopenhag’da gerçekleşecek yılsonu devlet başkanları toplantısına hazırlık olarak Mayıs sonunda yine Kopenhag’da Küresel İklim Değişikliği İşdünyası Zirvesinde biraraya geldiler. Bu Zirvede ortaya çıkan görüşleri paylaşmak gelecek vizyonu oluşturmak isteyenler için faydalı olabilir.

Öncelikle sorunun boyutunu ortaya koyabilmek için Dünya Enerji Ajansının yaptığı bir çalışmaya göre 2030 yılına kadar dünya ekonomilerinin mevcut gelişme hızını mevcut teknolojilerle sürdürdükleri varsayımını baz olarak alırsak, karbon salınımlarının %33 oranında azaltılması gerekiyor. Bazı çalışmalara göre bu oran 2050 yılına kadar %50-%85 arasında olmalı! Bu konuda bugünden adım atılmazsa küresel ısınmanın riskleri ve maliyetlerinin dünya GDP’sinin %5-20’si arasında olacağı tahmin ediliyor. Elbette hiç tedbir alınmazsa dünyada yaşam ve dolayısıyla ekonomi kavramı dahi kalmayabilir. Oysa karbon salınımlarının istenen düzeye indirilebilmesi için gereken yatırım miktarları dünya GDP’sinin %1’i seviyesinde tahmin ediliyor.

Küresel ekonomik krizde özellikle kamu harcamaları önemli ölçüde artmaya başladı. Bu kamu kaynaklarının günü kurtaracak harcamalar yerine yarını hazırlayacak yatırımlar olarak gerçekleştirilmesi dünyanın geleceğini bugünden kurabilmek için çok önemli.

Karbon salınımlarının azaltılması için dört temel alanda ciddi girişmlere gerek var: (i) enerji verimliliğinin artırılması, (ii) toprak kullanımının veriminin artırılması ve ormanların azalmasının önüne geçilmesi, (iii) karbon salınımlarını azaltacak enerji üretim teknolojilerine öncelik verilmesi, ve (iv) ulaşımda karbon salınımı yaratmayan enerji kullanımına geçilmesi.

Özellikle, enerji üretiminde ve ulaşım sektöründe yeni teknolojilere geçilmesi konusunda şu sorular ön plana çıkıyor: (a) Hangi teknolojiler, (b) her teknolojinin fayda sağlama potansiyeli ve (c) teknolojilerin ticari uygulamaya ne kadar hazır olduğu.

En büyük fayda ulaşım araçlarında, binaların ısıtılıp soğutulmasında ve endüstride kullanılan enerjide verimliliği artırmaktan sağlanabiliyor. Bunların arasında binalardaki izolasyonların daha etkin hale getirilmesi teknolojik olarak en hazır uygulama. Elbette tasarım aşamasında dikkat edilmemiş binalarda bu yatırımlar yüksek olabilir. Ancak, bugünkü bilgi ve teknolojik düzeyimizle karbon salınımlarını azaltmanın en kolay yöntemi bu. Bu nedenle, devlet politikalarında enerji verimliliği yüksek binalar için teşvikler verilmesi önemli.

Enerji üretiminde düşük karbon salınımlı teknolijlere geçiş de büyük fayda sağlayacak alanlar arasında. Bu alanda nükleer, rüzgar, güneş, biomass gibi yenilenebilir enerji üretimi veya yüksek teknolojili kömür santralleri sayılabilir. Ancak, gerek hızlı uygulama, gerekse mevcut haliyle ticari olma potansiyeli en yüksek olan rüzgar enerjisiyle elde edilebilecek kazanımlar sınırlı. Nükleer enerji de teknolojik olarak hazır olmasına rağmen, gerek maliyetleri ve uzun yatırım dönemleri, gerekse kamuoylarındaki imajı nedeniyle güçlükler yaşıyor. Diğer yaklaşımların ise ekonomik hale gelebilmesi için önemli teknolojik atılımlara ihtiyaç var.

Ulaşım sektöründe hidrojen pilleriyle çalışan araçlar teknolojik olarak piyasaya çıkmaya başlamış olmasına rağmen, özellikle çok önemli altyapı yatırımları gereksinimi nedeniyle kısa zamanda değişimin güç olduğu alanlardan bir tanesi.

Bu nedenle, devletlerin yeni teknolojilerin gelişimin hızlandıracak yatırım araçlarını teşvik etmeleri ve desteklemeleri; karbon piyasalarının kurulmasını sağlayarak verimli teknolojilere geçişi hızlandırmaları; kamuoyunun bu konudaki duyarlılığını artıracak politikalar uygulamaları önem kazanıyor.

Liderlik Açığı

Kurumlar kaynaklarını onları yönlendiren liderlerin öncelikleri doğrultusunda kullanırlar. Bu nedenle, ister şirket, ister sivil toplum kuruluşu, isterse de devlet olsun her kurum için liderlik önemlidir. Liderlik sadece kurumun tepe yöneticisi olarak algılanmamalı, kurum kaynaklarının yönlendirilmesinde söz sahibi olan herkesi içeren bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Her hangi bir kurumdaki liderlerin aynı misyon doğrultusunda çalışmasının sağlanabilmesi ise kurum kaynaklarının o misyonu gerçekleştirebilmek üzere odaklanmasını sağlayarak etkinliği artırır.

Liderliğin önemi harekete geçirebildiği kaynakların boyutuyla belirlenir. Kurumlar belli bir hedef doğrultusunda sadece mülkiyetine sahip oldukları kaynakları değil, aynı zamanda doğru teşvik mekanizmaları kurarak ve ikna yoluyla çok daha geniş kaynakları harekete geçirebilir. Bu nedenle, liderlik doğru teşvik mekanizmaları kurabilme ve ikna gücü ile de ilgilidir. Bu nedenle, işbirliklerine açık olmak, misyon için kaynakları harekete geçirebilecek en iyilerle çalışmak ve onların gelişimini desteklemek gerekiyor. Etkilenmesi gereken alanın sadece yönettiği kurumla sınırlı olduğunu düşünenler, geleceği şekillendirmede zorluk çekerler. Böyle düşünenlerin vizyonları ve misyonları çok sınırlı ve tutucu kalır, etkileri çevrelerine yayılmaz. Bu nedenle, bakış açısı geniş olan liderler daha etkili sonuçlar elde ederler.

Etkileme sürecine ne kadar erken başlanırsa ve disiplinle sürdürülürse o kadar az kaynakla, o kadar daha etkili sonuçlar verir. Başarı uzun soluklu bir odaklanmayı gerektirir. Bu nedenle, yüz metrelik sprinte değil, maraton koşmaya hazırlanmak önem taşıyor. Bakış açısı uzun olan liderler daha önemli değişimleri gerçekleştirebilir.

Örneğin, 20. yüzyılın en önemli liderilerinden olan Atatürk, okur yazarlığın yaygın olmasının ülke gelişimi için önemini kavradığından bu işi kolaylaştırmak üzere alfabeyi değiştirirken bir gecede herkesi okur yazar olmaktan çıkarırken, bugün büyük çoğunluğun okur yazar olabilmesinin de temelini atmıştır. Kadınlara birçok Avrupa ülkesinden önce oy hakkının kazandırılması da Türkiye’nin çağdaşlaşmasında önemli bir adımdır. Bu tip adımlar ancak bakış açısı geniş ve uzun liderler tarafından atılabiliyor.

Oysa günümüzde birçok lider ve kurum günü kurtarmanın peşine düştüğünde geleceği şekillendirebilme fırsatlarını kaçırdığının farkına bile varamıyor. Her gün karşısına çıkan gelecek ile uğraşmak zorunda kalıyor. Örneğin, birçok CEO’nun kariyerinin 3 aylık kârlılık hedeflerine bağlı olması birçok şirketin uzun vadeli yatırımlarını aksatmasına veya bu baskı altında aşırı riskler üstlenmesine neden olabiliyor. Günümüzdeki küresel ekonomik krizin nedenlerinden birisi de liderlerin bu kısa vadeli bakış açısıdır.

Günümüzde sorunların birçoğu küresel nitelik kazanıyor: Küresel ekonomik kriz, küresel ısınma, kuş gribi gibi… Bu nedenle, çözümler de küresel yaklaşım gerektiriyor. Oysa, dünya liderleri olarak tanımladıklarımızın çoğu ulusal liderler. Büyük bir çoğunluğu ise demokratik ülkelerin belli bir dönem için seçilen liderleri. Örneğin, G-20 masasında oturan liderlerin ortalama perspektifleri 2-2.5 yıl (4 veya 5 seneliğine seçilen ulusal liderlerin her hangi bir zaman kesitinde gelecek seçime olan ortalama süresi). Yine bu liderlerin seçiminde oy verenler veya liderlik süresince etkileyebildikleri kaynaklar (örneğin vergi koyma yetkisi, veya harekete geçirebildikleri silahlı kuvvetler) hep ulusal sınırlarla sınırlı. Bu nedenle, küresel sorunların çözümü için gerekli geniş ve uzun bakış açısına sahip olmalarını teşvik edecek mekanizmalar yok.

Özetle, gerek şirketlerin liderliğinde, gerekse ülkelerin liderliğinde bulunan kişilere yapısal olarak verilen teşvikler onların kısa vadeli ve sadece kendi kurumlarıyla sınırlı düşünmelerini teşvik ediyor. Bu durum ise küresel bir boyut kazanan sorunların çözümünü güçleştiriyor. Uzun vadeli ve küresel bakış açısına sahip liderlik açığı aslında hepimizin sorunu.

Küresel Krizden Küresel Dersler

ABD’de başlayan finans krizi, küresel ekonomik krize dönüştükçe etkilediği ülke ve insan sayısı da artıyor. Krizin temel nedeni çok büyük kaldıraçlarla çalışan finans sektörünü yönetenlerin sistemik riskleri yeterince yönetememeleri oldu. Mortgage kredilerinin paketlenerek farklı risklerinin farklı kurumlara satılması sırasındaki risk değerlendirmeleri için güvenilen derecelendirme kuruluşları kredi alanların geri ödeyememe risklerini değerlendirirken bireysel faktörleri gözönüne almalarına rağmen, fiyatların düşmesi durumundaki dolaylı sistemik riskleri yeterince değerlendiremedikleri anlaşıldı. Finans kurumlarının yöneticilerinin ve yönetim kurullarının da düşük olasılıklı, ancak bütük etki yaratabilecek bu riskleri yeterince sorgulamamış olmaları büyük bir krizin doğmasına neden oldu.

Bir müsibet bir nasihatten iyidir. Bu nedenle, mortgage krizinden öğrenilecek bir çok ders var. Birinci ders, kârın özel, zararın kamusal olmasını önlemektir. Kâr ve zarar ikiz kardeştir. Kâr motivasyonu yenilikçiliği ve gelişmeyi tetikler. Ancak, yüksek riskleri üstlenenlerin batmasına göz yumulamayacak kadar büyük olmalarının önüne geçilmesi gerekiyor. Bu nedenle, batması tüm sistem için risk oluşturabilecek kadar büyük olan kuruluşların dikkatli ve sürekli olarak denetime tabi olmaları gerekiyor. Ülkemizde 2001 krizi sonrası oluşturulan bağımsız BDDK bu açıdan çok olumlu bir yapısal adımdır.

Kapitalizm başarıyı ödüllendirerek özendirir. Ancak sistemin dengesi için başarısızlığın da cezalandırılması gerekli. Büyük finans kurumlarının yöneticileri için tasarlanan başarı primi sistemleri, başarıyı kısa dönemler bazında değerlendirdiği için olasılığı düşük ancak etkisi büyük risklerin üstlenilmesini de teşvik ediyor. Bu durum ise uzun vadede toplumu büyük risk altında bırakıyor. Bu nedenle, başarı primlerinin ödeme sürelerini uzun vadeye yaymak risk-getiri dengesinin daha iyi kurulmasına yardımcı olur.
Küresel ekonomide karşılıklı bağımlılığın artması riskleri taşıyanların bu riskleri karşılayıp, karşılayamayacakları değerlendirmelerinin yapılamamasına neden oldu. Riskleri onları taşıyabilecek kapasitesi olmayanların sırtına yüklemek, riskin ortadan kalkmasına neden olmaz. Bu nedenle, karşılıklı bağımlılığı artan kurumların ilişikleri kolay anlaşılır, basit ürünlerle sınırlanmalı.

Kompleks finans ürünlerinin onları anlayamayacak olanlara pazarlanması riskin kamulaşmasına neden oldu. Bu nedenle, yeterli teminat gösteremeyenlere kompleks ürünlerin satışını güçleştirecek denetim mekanizmaları kurulması toplumsal risk düzeyinin kontrol edilebilmesi için gereklidir.

Küresel krizin gösterdiği bir başka zaafiyet de küreselleşen finans piyasalarında, düzenleme ve denetleme görevini yapabilmede en zayıf ülkenin diğerlerini etkilemesi oldu. Örneğin, İzlanda’da bankacılık sisteminin çöküşü sadece o ülkeyi değil, birçok Avrupa ülkesini de etkiledi. Bu nedenle, uluslarası boyutu büyük kuruluşların denetlenmesinde minimum ortak ilkelerin oluşturulması önem taşıyor.

Risk yönetimi sadece riskleri ölçmeye çalışmak ve riskleri sigorta etmek değildir. Sağlam bir risk yönetimi üst yönetimin her zaman şirketin aldığı riskleri iyi bilmesini ve varsayımlardaki değişimleri belirleyecek öncü göstergeleri takip etmesini gerektirir. Bu nedenle, yönetim kurulları sadece gelir tablosu, bilanço, nakit akım tablosu gibi finansal göstergelere değil, aynı zamanda bu sonuçların elde edilmesi için üstlenilen riskleri de değerlendirmeye dikkat etmeli.

Piyasanın kârları veya batmaları haber olmayacak büyüklükteki oyunculardan oluşması rekabetin yaratıcılık gücünü ortaya çıkarır. Kârın özel, zararın kamusal olmasını engeller.

Hayatı Değiştirebilecek Buluşlar

Hayatı değiştiren buluşların büyük yatırımlarla gerçekleştirilebileceğini varsayılır. Örneğin, atom bombasının bulunması, insanın gen haritasının çıkartılması gibi. Oysa, hayatı değiştiren birçok buluş bir girişimcinin bodrum katında veya bir üniversitenin laboratuvarında ortaya çıkabiliyor. Global Business Policy Council’den Martin Walker’in son dönemlerdeki gelişmeleri irdeleyerek derlediği on önemli buluşa göz atmakta fayda var.

Öncelikle insanlığın güneş enerjisinden faydalanmasını artırabilecek buluşlara göz atalım. Nevada’daki bir askeri tesisin damında kullanılan güneş enerjisini elektriğe çeviren ince film ile damın her metre karesinde bir Kwh’dan fazla elektrik elde edilmeye başlanmış. Oerlikon firmasının pazarladığı ince film teknolojisi satışları 2006’dan bu yana her sene 100% büyüyerek senede 1 milyar dolara ulaşıyor. Rensellaer Universitesinden Prof. Shawn Lin nanoteknoloji kullanımıyla ince film teknolojisinin güneş enerjisi kullanım verimliliğini %67’den %96’ya çıkartabildiği söyleniyor. Üstelik, bu teknoloji sayesinde güneş ışığının açısının da ayarlanması gerekmediği için ince film panellerinin güneşe yöenlimini sağlayan mekanik aksama da gerek kalmıyor. Bu nedenle, önümüzdeki senelerde konut ve işyerlerinde hem ekonomik, hem de temiz güneş enerjisi kullanımının önemli ölçüde artması öngörülüyor. Üstelik, bu enerji kaynağını stoklamak veya herhangi bir yerden diğerine taşımak da gerekmiyor.

MIT Profesörü Daniel Nocera’nın bitkilerdeki fotosentez sürecini laboratuvar ortamında gerçekleştirmesinin ise güneş enerjisinin stoklanmasının ve böylelikle bu enerjiden geceleri de faydalanılmasını sağlayabilecek bir buluş olarak görülüyor. Prof. Nocera’nın geliştirdiği cobalt-phosphate katilizörü sayesinde güneş enerjisiyle su molekülünden hidrojen ve oksijen olarak ayrıştırılan atomların bir enerji pilinde tekrar birleştirilmesi ve karbon salınımı yaratmayan bir enerji kaynağına dönüştürülmesi yeni ufuklar açan bir buluş olarak değerlendiriliyor.

Birçok buluş ilk önce askeri amaçlarla geliştiriliyor, arkasından da birçok sivil kullanım alanı buluyor. Vermont’dan Seldon Technical firmasının Amerikan askerleri için nano teknolojiyi kullanarak geliştirdiği kirli suların içerken temizlenmesini sağlayan pipetlerin, dünyanın fakir bölgelerinde su kirliliğine dayalı salgın hastalıkların önlenmesini sağlayabilir. 2003 yılında tamamen insanlara dayalı olan ABD’nin Irak askeri gücü 2005’te 2500, bugün ise 12000’e ulaşana bomba imha robotlarıyla her geçen gün şekil değiştiriyor. Bu sene ilk kez ABD silahlı kuvvetlerinde insansız uçak kullanım uzmanı olarak eğitilenlerin sayısı pilot olarak eğitilenlerin sayısını aşıyor. Florida Üniversitiesinden Prof. Xiamei Jiang’ın silicon yerine organic sensörleri kullanıma alması minyatür robotların gelişimi için önemli bir gelişme olarak kabul ediliyor. Bu nedenle, yakında robotların sivil alanlardaki kullanımında da önemli atılımların yaşanması bekleniyor.

Lozan Teknik Üniversitesinden Dr. Henry Makram’ın geliştirdiği yapay beyni yerleştirdiği robot farelerin normal farelere benzer tepkiler göstermesi ise önümüzdeki 10-20 yılda düşünebilen robotlara geçiş yapılabileceğinin işareti olarak algılanıyor.

Vancouver’da yerleşik Cellfor şirketinin geliştrdiği teknoloji ile çam ağaçlarının büyümesi %40 kadar hızlandırabildiği ve böylelikle dünyanın kütük ihtiyacını karşılayan ormanların bugünkünün %10’u kadar bir alanda aynı verimi verebileceği belirtiliyor.

Özetle, yeni teknolojik buluşların temiz enerji kaynaklarını, robotlarla verimliliği, dünya kaynaklarının daha verimli kullanımını önemli ölçüde geliştirerek hayatın değişmesine ve dünyanın daha yaşanabilir bir yer olmasına önemli katkılar sağlayabileceği düşünülüyor.

Küresel Krizden Küresel Yönetişime

ABD’deki ev fiyatları balonun patlamasıyla başlayan kriz büyük bir süratle küresel bir nitelik kazandı. Bu kriz sonucunda dünyanın dört bir köşesindeki insanların hayatları belki de Berlin duvarının yıkılmasından veya 11 Eylül 2001 saldırılarından daha fazla etkileniyor. 1929 buhranından 2. Dünya savaşının çıktığı göz önüne alınırsa, bu krize verilecek tepkilerin küresel düzeni ne denli etkileyebileceği konusunda bir fikir sahibi olabiliriz.

Bu kriz ABD’nin dünyanın tek süper gücü olarak tek taraflı yaptırım gücünün sınırlılığını, Rusya’nın yüksek petrol ve maden fiyatları nedeniyle tekrardan süper güç konumuna gelme iddiasının kırılganlığını, Çin’in ekonomik mucizesinin küresel ekonominin büyümesine olan bağımlılığını, AB’nin finansal sistemini kurtarmanın krizin kaynağı olan ABD’ninkini kurtarmaktan daha pahalı olabileceğini gösterdi. ABD kaynaklı finansal krizin bulaşıcılığı, on sene önceki Çin kaynaklı SARS hastalığının Kanada’da bir şehrin karantinaya alınmasına neden olmasından çok daha yaygın ve hızlı gelişiyor.

Aslında küreselleşmenin günlük hayatımıza olan etkileri sadece bu finansal krizle sınırlı değil. Dünya’nın bir bölgesindeki aşırı enerji kullanımı, küresel ısınma nedeniyle bir başka bölgesinde sellere yol açabiliyor. Afrika’da olduğu için önemsenmeyen AIDS hastalığı, dünyada korkulu bir salgın haline gelebiliyor. “Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın” anlayışı ile desteklenen bir terörist, zaman geliyor destekçisini vurabiliyor. Farklı inanç ve düşüncede olanların ezilmesi ve dışlanması, küresel barışı tehdit eden tepkilere yol açabiliyor. Bu gibi sorunların çözümü; uzayın ve okyanusların zenginliklerinin insanlık için kullanılması, insanlığın uzlaşı içinde birlikte hareket etmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla, günlük hayatımızı ilgilendiren konular küresel bir nitelik kazandıkça, yönetim sistemlerimiz ve bakış açımız da küresel bir boyut kazanmalı.

Örneğin, örgütlü suç şebekeleri, uyuşturucu, silah, insan ve organ ticaretinde küresel boyutlar kazanıyor. İnsanlık, kimyasal, biyolojik ve nükleer kitle imha silahlarının tehdidi altında. Gelecekte, insanlığın uzaydan gelebilecek tehditlere karşı tedbir alması gerekebilecek.

Ne kadar güçlü olurlarsa olsunla devletler, küreselleşen tehditlerle tek başlarına başa çıkamayacaklar. Dolayısıyla, küresel tehditlerle başa çıkabilmek için küresel boyutta örgütlenmek gerekiyor.

NATO geçmiş deneyimleri, karar verme altyapısı, ortak lisan geleneği, güçlü yatırımları, ve barışı sağlama konusundaki birikimi ile küresel güvenlik sağlamak için meşru bir zemin oluşturmaya adaydır. Ancak, NATO’nun misyonunun küresel bir boyut kazanabilmesi için karar mekanizmalarının da küresel bir boyut kazanması gereklidir. Örneğin, Hindistan ve Çin’in karar mekanizmalarına katılmadığı bir kurumun küresel meşruiyet kazanmak konusunda önemli zaafları olacağı unutulmamalıdır.

Bugün uzaydan bir yönetim bilimcisi yerküremize baksa ve dünyayı yönetmek üzere bir yönetim sistemi geliştirse, herhalde bugünkü sistemi önermezdi. Vergi toplama, askeri örgütlenme, yöneticileri seçme gibi önemli güçlerin insanlar tarafından sanal olarak çizilmiş sınırlar içindeki ülkeler bazında örgütlenmiş olması küresel sorunlarla başa çıkmayı güçleştiriyor. Nasıl bir fabrikada her tezgahın başındaki ustanın kendi tezgahını en çok üretim sağlayacak şekilde yönetmesi fabrikanın üretimini optimize etmekten çok uzak olursa, dünyada da sadece belli ülkenin vatandaşları tarafından seçilen yöneticilerin aralarında uyum sağlamaksızın küresel sorunlara sürdürülebilir çözümler bulmaları da neredeyse imkansız olur.

Elbette hiç de gerçekçi olmayacak şekilde ülke sınırlarından vazgeçmeyi ve küresel bir devlet kurmayı önermiyorum. Ancak, küresel sorunlarla başedebilmek için hepimizin aynı gemide olduğu bilinciyle hareket etmesini sağlayacak ve yaptırım gücü olan küresel yapılanmalar kurulması ve bu yapıların yönetiminde sadece güçlü olanların değil tüm ülkelerin adil bir şekilde söz sahibi olmasının sağlanması kritik önemde. Örneğin, bugün en küresel yapılardan birisi olan Birleşmiş Milletlerde veto gücüne sahip ülkeler arasında Fransa’nın bulunup, Hindistan’ın olmamasını nüfus, nükleer güç veya ekonomik büyüklük gibi herhangi bir objektif kriterle açıklamak mümkün değilse, BM’in adil bir yönetime sahip olması söz konusu olamaz.

Dünyada dinler arasında şekilde önemli farklılıklar olmasına rağmen, din olgusunun dünya imparatorluklarından çok daha uzun ömürlü olmasının nedeni ana fikir olarak toplumsal yaşamın sürekliliğine ilişkin ilkeleri esas almış olmalarıdır.

Dinlerin ortak ilkelerinden birisi de toplumsal dengenin sürdürülebilmesi icin çevremizdekilerin sorunlarına ilgi duyma ve onlara yardım etme sorumluluğudur. Bu sorumluluğu yerine getirmezsek dünyanın geleceğini tehlikeye attığımızı iyi anlamalıyız.

Örneğin, müslümanlıktaki zekat uygulaması insanlarin kendi yaşamlarını sürdürmek için gerekli olanın dışındaki birikimlerinin 1/40’ını çevresindeki fakirlerle paylaşmasını öngörür. Eğer dünya vatandaşlığı kavramı ciddiye alınıyorsa, dünya ortalamasının üzerindeki gelire sahip ülkelerin vergi gelirlerinden benzer bir oranın ‘küresel zekât’ olarak küresel örgütler aracılığıyla fakirlikle mücadele için kullanılması savunma bütçelerini artırmaktan çok daha etkili sonuçlar verebilir.

Dinlerin ortak öğretisi, sevginin ve paylaşmanın daha huzurlu toplumlar yarattığı yönündedir. Küresel vatandaşlık bilinci doğrultusunda insanlarin bencillikten arınıp, daha dengeli bir gelir dağılımı olan bir dünya hedeflemeleri küresel barışı artıracaktır.

Bu kriz nedeniyle, küçülen dünyada çevremizdekilerin sorunlarının bizim de sorunlarımız olacağı bilincini geliştirebilirsek ve dünya üzerinde yaşayan tüm insanların bir “dünya vatandaşlığı” bilinciyle eğitimini, yetişmesini ve karar süreçlerine katılımını sağlamak için çalışmaya başlayabilirsek krizi fırsata dönüştirme yolunda önemli bir adım atmış oluruz.

Küresel Sorunlara Küresel Çözümler

İnsanlığı ilgilendiren birçok sorun küresel nitelik kazanıyor. Bunlar arasında terörism gibi güvenlik sorunlarını, AIDS gibi bulaşıcı hastalıkları, küresel ısınma gibi yaşamsal değişimleri veya ABD’de başlayan küresel ekonomik krizini sayabiliriz. Özellikle ekonomik krizin boyutları ve yaygınlığı insanların bu karşılıklı bağımlılığı çok daha yakından hissetmelerine neden oluyor. Dünyanın dört bir köşesindeki insanlar liderlerinden çözüm bekliyor. Ancak, her ülkenin kendisini kurtarmak için üreteceği çözümlerin bütünde krizi çözmek yerine derinleştirme olasılığı yüksek.

Örneğin, İrlanda’da tasarruflara güvence verilmesi benzer uygulamanın başkaları tarafından da benimsenmesine ve dolayısıyla ayrıştırıcı bir farklılık yaratılamamasına neden oluyor. Fransa’nın otomotiv sektörüne verdiği destek karşılığında Fransa’daki fabrikaların çalışmaya devam etmesi şartı, Çek Cumhuriyetindeki daha verimli fabrikaların kapanmasına neden olabiliyor. Birçok ülkede özelleştirilen bankaları satın alan uluslararası bankaların başka ülkeler tarafından devletleştirilmesi sonucunda iç piyasaya odaklanmaları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde kredi hacminin gereğinden çok daralmasına neden olabiliyor. Ekonomik krizin tetikleyeceği korumacılık eğilimleri dünya ticaretinin ve dolayısıyla ekonomik büyüyümenin ciddi bir şekilde küçülmesine neden olabilir.

Bu nedenle, küresel sorunlar küresel çözümler gerektiriyor. Oysa, dünyadaki liderlerin yetki ve sorumlulukları ülke sınırlarıyla belirleniyor. Liderlik seçimleri ülkeler bazında yapılıyor, vergiler ülkeler bazında toplanıyor, askeri güçler ülkeler bazında örgütleniyor, kanunlar ülkeler bazında belirleniyor. Üstelik, dünyada en yaygın yönetim sistemi olan demokrasilerde ortalama dört senede bir yapılan seçimler nedeniyle herhangi bir anda küresel sorunlara çözüm üretebilmek üzere bir araya gelen ülke liderlerinin ortalama bakış açısı iki sene gibi kısa bir süre! Bu nedenle, küresel sorunların çözümü için gerekli olan küresel yapılanmaları gerçekleştirmek güçleşiyor.

Oysa, küresel boyutta ciddi bir yapılanma ihtiyacı var. Örneğin, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF gibi küresel kurumlar küresel sorunlarla başa çıkabilecek kaynaklara ve yetkiye sahip değiller. BM’in askeri yaptırım gücü yok, IMF ve Dünya Bankası ancak ülkeler kendilerini davet ettiklerinde etkili olabiliyorlar. Üstelik, kaynaklar açısından da ülkelere bağımlılılar. Bu ve benzer kurumların günümüzün küresel sorunlarıyla başa çıkabilmesi için yetkileri ve kaynakları artırılmalı. Ancak, bu kurumların yönetiminde özel haklara sahip olan ülkeler bu hakları diğerleriyle dengeli bir şekilde paylaşmadıkça bu kurumlar için gerekli kaynakların harekete geçirilmesi de güçleşiyor. Örneğin, BM’de Fransa’nın veto hakkının olmasını ancak gerek nüfus ve ekonomik güç, gerekse askeri güç açısından daha büyük imkanlara sahip Hindistan’ın bu hakkının olmaması adil bir yönetim yapısı olmadığını gösteriyor.

Bu nedenle, uzun vadeli küresel bakış açısına sahip liderlere ihtiyaç var. Ülkeler belli konularda gönüllü olarak yetki ve kaynaklarını paylaşacak yapılar oluşturmazlarsa küresel krizlerin derinleşmesini önlemek güçleşecek. Nisan başındaki G-20 toplantılarına hazırlanan ülkeler ve liderlerinin bu konuyu açıkça masaya koyup, büyük bir pazarlık gerçekleştirip hangi şartlarda hangi yetkilerin paylaşılabileceği ve ne gibi kaynakların küresel sorunların çözümü için harekete geçirilebileceği konusunda uzlaşmaya varmanın ilk adımlarını atmaları önemlidir.

Küresel sorunların gerçekten ve kalıcı bir şekilde çözümü için küresel yetki ve kaynak paylaşımına ihtiyaç vardır.

Gücün Sınırı

Her güç, kullanıldığında karşı gücün oluşmasına yardımcı olur. Örneğin, her hangi bir cisim hareket ettiğinde sürtünme onu yavaşlatıcı bir etki yaratır. Ayrıca, güç kullanıldığında enerjisinin azalması nedeniyle zayıflar. Bu durum fiziksel olaylar için geçerli olduğu kadar, devletler arası ilişkilerde de geçerlidir. Bu nedenle, bir sonuç elde etmek için güç kullananlar aslında istedikleri sonucu gücü sonuna kadar kullanarak değil, karşılarındakini korkutup, bezdirip dirençlerini azalatarak istedikleri çizgiye gelmelerini sağlayarak istedikleri sonucu elde etmeyi tercih ederler. Örneğin, ikinci dünya savaşının sonunda ABD’nin Japonya’ya karşı kullandığı atom bombalarının getirdiği ölümler Japonya’nın askeri gücünü azaltarak değil, moral direncini kırarak başarıya ulaşmıştır.

Üstelik devletler arası ilişkilerde kullanılan gücün çok çeşitli boyutları vardır: askeri güç, ekonomik güç, siyasi güç gibi… Örneğin, günümüzde Rusya’nın elindeki en büyük güç askeri gücü değil, Avrupa ülkelerinin kendisine enerji açısından bağımlılığı nedeniyle tek vücut olarak hareket edememesidir. ABD ise Irak savaşını başlatırken çiğnediği ilkeleri nedeniyle dünya üzerindeki moral gücünde önemli bir aşınma yaşamıştır. ABD’nin dünya üzerindeki etkinliği Afganistan ve Irak üzerinde askeri gücünü kullanmaya başlamadan önceki 2000 yılındaki konumuna göre önemli ölçüde azalmıştır. Kullanılan güç, Irak’ta çok önemli zararlara neden olsa da hedeflenen korkutmayı sağlayamadığı için ABD’yi zayıflatmıştır. Bunun istisnası olarak Libya’da sağlanan gelişme gösterilebilinir.

Bugünlerde Rusya’nın Gürcistan’da kullandığı gücün başarı şansı da sadece Gürcistan’ın değil, aynı zamanda Batı’nın vereceği tepkilerle belirlenecektir. Örneğin, Avrupa’nın Rusya’ya olan gaz bağımlılığını azaltmak için nükleer enerji sektöründe atılıma geçmesi beklenebilir. TNK-BP ortaklığında yaşananlar ise yeni yatırımlar açısından Rusya’ya duyulan iştahı azaltabilir, Rus şirketlerinin uluslararası genişlemesini güçleştirebilir.

Çoğu zaman güç kullanılarak elde edilemeyen sonuçlar, güç karşısında gösterilen tepkilerle elde edilir. Güç kullanmaktaki temel hedeflerden birisi de bu tepkileri uyandırmak olabilir. Örneğin, 9/11 terörist saldırılarının ABD ekonomisine verdiği en büyük zarar, bu saldırıda ölenlerin kaybı değil, bu saldırı karşısında tedbir almak adına gerek havaalanlarında ve limanlarda insanların ve ürünlerin hareketlerini sınırlayan veya yavaşlatan uygulamaların maliyetleridir. Bir patlayıcıyı ayakkabı topuğunda taşıyan başarısız terörist girişimi nedeniyle milyonlarca insanın her seyahatte yaşamak zorunda kaldığı zaman kaybı ve stresin maliyeti maalesef hesap bile edilmemektedir. 2001 yılı sonrasında ABD’nin uygulamaya başladığı aşırı sıkılaştırılmış vize uygulamalarının ABD’ye önemli ivme kazandıran yeni bilim adamlarının bu ülke yerine başka ülkelere yönelmesini sağlayarak yeni patentler konusundaki performansının düşmesine neden olmuştur.

En büyük güç, vazgeçebilme gücüdür. Örneğin, kaybedecek bir şeyi olmayan toplumlarda daha sık görülen intihar komandoları, aslında kaybedecek bir şeyi olmayanların yaşamlarından da vazgeçebilmeleridir. Yaşamından vazgeçemeyenlerin, yaşamından vazgeçebilmeyi göze alanlar karşısında başarı elde edebilmesi de çok zordur.

Benzer şekilde şirketlerde de üst düzey yöneticiler veya patronlar elde etmek istediklerini çalışanları üzerindeki güçlerini kullanarak değil, onları ikna ve motive ederek daha kolay ve kalıcı olarak elde edebilirler. Çünkü kullanılan güç güven ortamını zedeler ve zaman içinde gücün etkisini azaltır. Maaşından vazgeçebilecek bir çalışana karşı patronun gücü de sıfıra iner.

Özetle, en etkili güç kullanılmak durumunda kalınmayan güçtür. Güç kullanıldıkça sınırları daralır.

Çevreye Duyarlı Şirketler

Çevresini korumayanların çevresi kalmaz. Bu nedenle, çevreye duyarlı olmak aslında sürdürülebilirliğin ve o çevreden etkilenenlerden çalışma izni alabilmenin temelidir. Bir başka ifade ile, çevreye duyarlı olmak bir gönüllülük değil, zorunluluktur.

Ancak, çevreye duyarlı olmayı sadece ilgili kanunlara ve standartlara uymanın ötesinde görebilen ve bu konudaki toplumsal duyarlılığın artacağını bilerek konuyu fırsata dönüştirebilen şirketler çok hızlı büyüyen bir iş alanı da yaratmış oluyorlar.

Günümüzde özellikle küresel ısınma konusundaki duyarlılığın arttığı bir dönemde çevre ile ilgili konuların başında karbon salınımlarını azaltmak geliyor. Bu konuda yapılan çalışmalar 2050 yılına kadar küresel ısınmanın iki dereceden fazla olmamasını sağlamak için karbon salınımlarının bugünkü düzeylerin %90 altına inmesini gerektiğini gösteriyor. Bu günümüzdeki ortalama yıllık %1 düzeyinde artan karbon salınım verimliliğinin %6-7 düzeyinde artması demek. İki derecenin ne kadar önemli olduğunu anlamak için ortalama 36.5 derece olan vucut ısısının 38.5’a çıktığında kendimizi ne kadar hasta hissettiğimizi veya ortalama ısısı iki derece fazla olan alanlarda bazı tarımsal ürünlerin yetişmediğini hatırlamak yeterli olabilir.

Karbon verimliliğinin %6-7 artabilmesi için hızla büyüyen dünya ekonomisi göze alındığında özellikle enerji, ulaşım ve ağır sanayi sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerin çalışma şekillerinde önemli değişimler yaşanması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu nedenle, bir yandan mevcut yatırımların enerji kullanım verimliliğini artırmaya özen gösterirken, diğer yandan da enerji kaynaklarını nükleer, rüzgar ve güneş gibi farklılaştırmak gerekecek.

İkinci önemli değişim ise günümüzde ölçek ekonomileri nedeniyle dünyanın dört bir köşesine uzanan tedarik zincirlerinin artan enerji ve lojistik maliyetleri ve karbon salınımlarını azaltmak üzere ortaya çıkan toplumsal baskılar nedeniyle çözümleri yerel olarak aramak zorunda kalmalarıyla sağlanacağı bekleniyor. Bu nedenle, ekonomileri sınırlı sektörlere odaklanmış ülkelerin zorlanması, farklı sektörlerdeki tedarik zincirlerini kapsayan ekonomilerin ise artan enerji ve ulaşım giderlerinden daha az etkilenmeleri öngörülüyor.

Hızla yükselmekte olan enerji ve ulaşım maliyetleri şirketleri enerji kullanımında çok daha verimli olmaya yöneltiyor. Özellikle birçok endüstride üretim teknolojileri nedeniyle ortaya çıkan ısının elektrik üretimine dönüştürülmesi için yapılacak yatırımların fizibilitesi artıyor. Diğer taraftan gerek üretim teknolojilerinde, gerekse ısınmada enerji gereksinimlerini artıracak izolasyon yatırımlarının fizibilitesi de artmakta.

Şirketlerin bu konuda odaklanabilecekleri fırsatlardan birisi de tüketicilerin kendi enerji ihtiyaçlarını karşılamak için yapacakları yatırımlardır. Örneğin, enerji verimliliği yüksek aydınlatma cihazları, kendi enerjisini üreten evler için solar paneller, hatta enerji verimliliği konusunda tüketicilere verilebilecek tasarım ve danışmanlık hizmetleri önemli yeni iş fırsatları yaratabilir.

Özetle, artan enerji ve ulaşım maliyetleri ve karbon salınımları konusundaki düzenlemeler ve kısıtlamalar şirketlere bir taraftan mevcut iş yapış şekillerini değiştirme konusunda baskı yaparken, diğer taraftan da bu konuda öncülük üstlenenler için önemli fırsatlar ve yeni pazarlar açmaktadır. Bu nedenle, küresel ısınma konusunda tedbir almayı bir kamu otoritesi meselesi olarak değil, bir iş fırsatı olarak değerlendirmek şirketlere önemli kazanımlar getirebilir.

Çevresini Korumayanın Çevresi Kalmaz

Küresel ısınma şirketlerin çevreye olan etkilerine karşı toplumsal duyarlılığın artmasına neden oluyor. Her geçen gün şirketlerin çevreye etkilerini kontrol etmeleri ve yönetmeleri onların toplumda var olma lisanslarının en önemli gerekliliklerinden birisi haline geliyor. Bu nedenle, çevreye dikkat etmeyenlerin o çevrede yaşama şansları azalıyor.

Çevre etkileri nedeniyle en büyük risklere tabi olanlar şu şekilde gruplanabilir: (i) Coca-Cola gibi marka değeri yüksek şirketler, (ii) BP, Rio Tinto gibi potansiyel çevre etkileri yüksek olan şirketler, (iii) Nestle gibi tabiat ürünlerine bağlılığı yüksek olan şirketler, (iv) DuPont gibi kimya alanında çalışmaları nedeniyle yüksek düzeyde denetime tabi şirketler, (v) Ford, Intel gibi ürünlerinin yaşam eğrileri boyunca çevre etkileri nedeniyle her gün daha yüksek düzeyde denetime tabi olan şirketler, (vi) GE gibi çevre konusuna önem veren şirketlerin tedarikçisi konumunda olan şirketler, ve (vii) Exxon, Union Carbide gibi önemli çevre zararlarına neden olmuş, bu nedenle bu konudaki itibarları açsından daha duyarlı olması gereken şirketler.

Çevre etkileri de çok farklı alanlarda karşımız çıkabiliyor: (i) Karbon salınımları, (ii) Yüksek enerji kullanımına bağımlılık, (iii) Suyu kirletme potansiyeli, gerek içine katılanlar nedeniyle, gerekse ısı nedeniyle, (iv) Tabiat çeşitliliğine verilebilecek potansiyel zararlar, (v) Zehirli ve tehlikeli atıklar, (vi) Hava kirliğine neden olabilecek salınımlar, (vii) Atık yönetimi, (viii) Ozon tabakasına zarar verebilecek gazların kullanımı, (ix) Denizler ve okyanuslardaki yaşama verilebilecek zararlar, (x) Ormanlara ve tarım alanlarına verilebilecek zararlar, (xi) Erozyon etkileri.

Bu konularda yapılacak çalışmaların maliyet, risk, getiri ve itibar etkileri birlikte değerlendirilmelidir. Örneğin maliyet indirimi eko-verimlilik kavramı çerçevesinde kullanımı azaltan uygulamalarla kazanılabileceği gibi, çevre etkilerini azaltacak yatırımların yapılmasıyla cezalardan sakınma yoluyla da sağlanabilir. Ayrıca, bu yaklaşımların sadece kendi şirketinizin faaliyetlerinde değil, tüm tedarik zincirinde uygulanması ve bu uygulamalara sahip tedarikçilerle çalışılması da önemli kazanımlar elde edilmesi açısından faydalı oluyor. Birçok ürünün tasarım aşamasında tüm ürün hayatı boyunca oluşabilecek çevre etkileri değerlendirildiğinde sonradan düzeltmeye göre daha etkili sonuçların elde edilebildiği gözlemleniyor.

Bir şirketin çevresel risklerini belirleyebilmek için sorgulaması gereken şu şekilde özetlenebilir. (i) Şirketinizin çevre etkileri hangi coğrafyayı ve hangi konuları içermektedir?, (ii) Şirketimizin devamlılığı için hangi kaynaklara ve ne kadar gereksinimimiz var? (enerji, su gibi), (iii) Çevre salınımlarımızı ölçüyor muyuz, kullandığımız hava ve suyun tabiata dönüşünü nasıl gerçekleştiriyoruz?, (iv) Bu süreçlerimizdeki riskleri düzenli olarak değerlendiriyor muyuz?, (v) Sektörümüzde başkaları ne gibi sorunlarla karşılaşıyor?, (vi) Çevre standartlarından hangileri bizim işimiz için önemli bu standartlardaki gelişimlere uyum sağlayacak hazırlıklarımız var mı?, (vii) aynı soruları tüm tedarik zincirindekiler için de sorguluyor muyuz?, (viii) Ürünlerimiz tüketiciye ulaştıktan sonra nasıl kullanılıyor? Nasıl atılıyor? ve Ne gibi çevre etkileri oluyor?

Özetle, her yaptığımız faaliyetin gelecek nesillerden ödünç alarak kullandığımız çevre etkilerini farklı boyutlarda ölçmeksizin ve bunları en aza indirmek için tasarım aşamasından itibaren planlama yapmaksızın şirketlerin çevre etkilerini en aza indirmeleri çok güç olur. Çünkü, ölçülmeyen performans iyileştirilemez ve erken alınmayan tedbirlerin yaratacağı zararların giderilmesi hem daha güç olur, hem de düzeltilme maliyetleri daha yüksek olur.

Küresel Kaynaklara Ulaşabilmek İçin Hukuk Sistemi

İş dünyasında gelişme başkalarının kaynaklarını harekete geçirerek sağlanıyor. Bu kaynaklardan önemli bir tanesi de para. Bu nedenle, şirketler gerek sermaye piyasasında hisse satarak, gerekse finans piyasalarından borçlanarak gelişme için gerekli kaynaklara ulaşıyorlar. Şirketlerin başarılı kurumsal yönetişim göstermeleri bu piyasalardaki oyunculara güven vermelerine ve bu kaynaklara daha ekonomik olarak ulaşmalarına neden oluyor. Ancak, yaptırımı olmayan hak ihlalleri piyasadaki güven düzeyinin düşmesine neden oluyor. Bu nedenle, sadece şirketlerin kurumsal yönetişim uygulamaları değil, aynı zamanda ister hissedar, isterse kredi verenlerin haklarını koruyan şirketlerin tabi oldukları hukuk sistemi de güven oluşturulmasında kritik bir öneme sahip.

Bir ülkede sermaye piyasalarının gelişebilmesi için hukuk sisteminin beş temel konuda küçük hissedarları koruyabilmesi gerekiyor: (i) hissedarların yönetimi seçme ve kontrol edebilmelerine ilişkin oy hakları, (ii) Şirket yönetiminden memnun olmadıklarında hisselerini değerinden elden çıkarabilmelerine ilişkin haklar, (iii) Hissedarların temsilci olarak atadıkları yöneticiler tarafından istismar edilmelerini önleyici haklar, (iv) Küçük hissedarların büyük hissedarlar tarafından istismar edilmelerini önleyici haklar, ve (v) Sermaye piyasasının bütün olarak korunmasını sağlayacak içeriden sağlanan bilgi ile işlem yasağı gibi kurallar.

Ülkedeki finans piyasalarının gelişmesi için temel parametreler ise şu şekilde sıralanabilir: (i) Belli şartların oluşması durumunda iflas isteme hakkı, (ii) Şirketin iflas durumunda atacağı adımlarda kredi verenlerin onayının alınması, (iii) İpotek önceliklerinin ve haklarının korunabilmesi, ve (iv) İflas durumunda ipoteklerin nakde çevrilmesinin geciktirilmemesi ve sadece şirkete karşı değil, aynı zamanda şirket yöneticilerine de yaptırım uygulanabilmesi.

Bu temel alanlardaki hakların ve bunların ihlallerindeki yaptırımların etkinliği ve sürati sermaye ve finans piyasalarının gelişimini doğrudan etkiliyor. Sermaye piyasalarının gelişebilmesi için potansiyel yatırımcıların bu temel alanları değerlendirirken dikkat ettikleri konular şu şekilde sıralanabilir. Bir hisse-bir oy hakkı, vekaletle oy kullanabilme hakkı, genel kuruldan önce kayıt olma şartının olmaması ve özellikle belli bir tarihten önce kayıt olma şartı konarak oy kullanımının kısıtlanmaması, yönetim kurulu seçimlerinde küçük hissedarların oylarının birlikte değerlendirilerek yönetime kuruluna üye sokabilme hakkı, hissedarların yöneticilere karşı ihmal davası açabilme hakları, hissedarların genel kurul kararlarına karşı dava açabilme hakları, sermaye artırımı durumunda mevcut hissedarların ilk alım hakkının korunması, ana temettü politikasının ana sözleşmede yer alması, yöneticileri atama yetkisinin genel kurulda değil yönetim kurulunda olması, yöneticilerin görevden alınmasında sınırlamaların olmamaması, küçük hissedarların denetim komitesini göreve çağırabilme yetkisinin olması, hisse satışını güçleştirecek şartların olmaması, hisse alanların şirket kayıtlarına alınmasının engellenmemesi, halka açık olmayan şirketlerde büyük varlık satışlarında veya şirket evliliklerinde küçük hissedarların satış opsiyonunun olması, şirketin kontrolünün değişmesi halinde küçük hissedarlara zorunlu çağrı yapma şartının olması, yönetim kurulu üyelerinin çıkar çatışması olabilecek durumlarda bu durumu açıklama ve oy kullanmaktan kaçınma zorunluluğunun olması, hisse kayıtlarının bağımsız bir kurum tarafından üstlenilmesi, içeriden bilgi sahibi olanların bu durumdan avantaj sağlayacak hisse alım-satımından men edilmesi, belli bir oranın üstüne çıkan hissedarlara bunu açıklama zorunluluğunun olması, sermaye piyasası kurulunun bağımsız olması.

Özetle, her ülke özellikle ekonomik alanlardaki hukuk sistemini ve kurumsallaşmasını gerçekleştirirken diğer ülkelerle rekabet içinde olduğunu ve yatırımcıların bu konulardaki uygulamalara bakarak yatırımlarını nereye yönlendireceklerine karar verdiklerini göz önüne almalıdır. Şirket yönetim kurulları ve yöneticileri ise bu konulardaki davranışlarını sadece kanunlara uymakla sınırlı bir şekilde değil, aynı zamanda yatırımcıların bu beklentileri de karşılayacak şekilde gerçekleştirdiklerinde daha geniş kaynaklara daha ekonomik şartlarla ulaşabileceklerini unutmamalıdır.

Çin Ucuz İşçilik Mi? Bilgi Kaynağı Mı?

İnsanoğlu tarih boyunca ilim nerede en çok geliştiyse onu oradan almaya, ve kullanmaya gayret etmiştir. Çocukluğumda hatırlarım, rahmetli dedem “Büyüyünce seni İskenderiye’ye götüreceğim, en iyi eğitim orada” derdi. O dönemde kendi bilgisi çerçevesinde bu değerlendirmesiyle, eğitimin bilimin en geliştiği yerde alınması gereğini vurgulamış oluyordu. Bugün, birçoğumuz kendi çocuklarımızı dünyanın en iyi okullarını barındırdığını düşündüğümüz ABD’ne gönderebilmeyi bir başarı olarak görüyoruz. Peki, bizim çocuklarımız kendi çocuklarının nerede eğitim almasını arzu edecekler?

Bugün, halen nispeten fakir, ama hızla gelişen Çin’in ekonomik başarısının sırrı olarak hep ucuz işçilik gösteriliyor. Gerçekten de Çin’in bu sene Almanya’yı da geride bırakarak dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı konumuna gelmesini sağlayan en önemli unsur işçilik ücretlerindeki avantajı. Ancak, aynı Çin’in 2030 yılında dünyanın en büyük ekonomisi konumuna da gelmesi bekleniyor.

Dünya’da en çok yabancı sermaye çeken ülkelerden olan Çin’e gelen sermaye Çin şirketlerinin satın alınması şeklinde değil, yeni yatırımlar şeklinde gerçekleşiyor. Üstelik Çin hükümeti ucuz işçilik avantajını kullanmak isteyenlere en yeni teknolojleri ve ar-ge merkezlerini de Çin’e getirme koşulu koyuyor. Bu nedenle, Çin’deki üretim tesisleri hem sayı, hem de nitelik açısından dünyanın yeni teknolojileriyle donatılmış önemli bir üretim potansiyeli oluşturuyor. Örneğin, bugün dünyaya en çok elektronik ürün ihracatının yapıldığı ülke Çin oldu.

Kim yeni teknolojilerle donatılmış bir ortamda çalışırsa, ve en büyük üretimi gerçekleştirebilmek için kim en çok çalışırsa, en çok deneyim kazanan ve öğrenen de o olur. Buna ölçek ekonomisinden farklı olarak deneyim ekonomisi deniyor. Bu nedenle, Çin ucuz işçilik gücünü akıllı politikalarla hem ölçek, hem de deneyim ekonomisi konusunda avantaj sağlayacak şekilde kullanıyor. Bu politikasını aynı zamanda eğitim alanındaki girişimleriyle destekliyor. Bugün kalitesi henüz batı standartlarında olmasa da her sene dünyada mezun olan mühendislerin önemli bir bölümü Çin üniversitelerinden mezun oluyor.

Bugün Çin uzaydaki uyduları vurabilecek kadar uzay teknolojilerine hakim, nükleer teknolojiyi kullanabilecek donanıma sahip bir konumda. Ayrıca, bugün ABD’nin en büyük avantajı olan büyük ekonomisi nedeniyle küçük gelişmelerin büyük bir pazara hızla sunulabilmesi nedeniyle inovasyonu teşvik edebilme özelliğini de her geçen gün Çin de kullanabilir hale geliyor. 2030 yılında dünyanın en büyük ekonomisi olduğunda artık herhangi bir yeniliği ilk önce Çin’de kullanıma sokmak isteyenlerin sayısı önemli ölçüde artacak.

Bu nedenlerle, artık Çin’i sadece bir ucuz işçilik cenneti olarak görmekten vazgeçip, aynı zamanda Çin’de daha hızla gelişmekte olan deneyimlerden ve yeniliklerden öğrenme merkezi olarak da değerlendirmemiz gerekir.

Çin’deki gelişmelerin dünyaya daha hızlı yayılması hem Çin, hem de dünya için faydalı. Ancak, bunu sağlayabilmek için hem Çin’in, hem de dünyanın davranış biçimlerinde önemli değişiklikler gerekiyor. Örneğin, artık lisan öğreniminde Mandarin de önemli lisanlar arasında değerlendirilmeli. Türkiye’de yabancı lisanla eğitim veren lise ve üniversiteler arasına Mandarin lisanını da eklemek Çin’deki bilgi birikiminden Türkiye’de daha kolay faydalanmanın ilk adımlarından birisi olabilir. Çin firmalarıyla ilişkileri geliştirmek ve karşılıklı güvenin kazanılması için yatırım yapmak da bu konuda gelişme kaydedebilmek için yarar sağlar. Unutmayalım ki, Çinliler genellikle batıya güven duymuyorlar. (Bunun afyon savaşları gibi tarihsel nedenleri var.)

Çin’in de fikri mülkiyet hakları konusundaki yaklaşımları, şirket yönetiminde karar mekanizmalarını çok kültürlü bir hale getirebilmeleri, yeni gelişmekte olan yurt dışı yatırımlarını uzun vadeli olarak birlikte çalışabilecekleri yerlere ve konulara odaklamaları Çin’de gelişen bilginin dünyaya daha etkin yayılımını sağlayabilmek açısından faydalı olacaktır.

Özetle, Çin’i sadece bir rakip ve ucuz işçilik cenneti olarak değil, aynı zamanda bir yenilikçilik ve işbirliği kaynağı olarak da görmeye başlamalıyız. Çin ve Avrupa’nın yaşlanan demografik yapıları çerçevesinde, gençliğimizi kültürler arasında köprü kurabilecek şekilde yetiştirebilirsek, Türkiye olarak hem kendimiz, hem de dünya için önemli gelişimler sağlayabiliriz.

Küresel Isınmaya Çözüm Önerileri

Küresel ısınma yaşam kalitemizi, ekonomik gelişmeyi ve içinde yaşadığımız çevreyi tehdit eder hale geliyor. Küresel ısınma soluduğumuz havanın, kullandığımız suyun kirlenmesine, tabiat dengelerinin bozulmasına ve insan sağlığının bozulmasına neden oluyor. Küresel ısınma bugüne kadar yapmış olduğumuz altyapı yatırımlarını, deniz seviyesindeki yapıları, kuraklık bölgelerinde yaşayan insanları tehdit ediyor. Özetle, küresel ısınma hepimizin içinde yaşadığı bu gezegendeki yaşamı tedit eder hale geliyor. Bu nedenle, küresel ısınmaya çareler üretmek ve daha da önemlisi bu çözümleri uygulamak herbirimizin görevi. Bu görevi kendimiz için, ve özellikle çocuklarımız için üstlenmeliyiz.

Küresel isinma insanların kullandıkları fosil kaynaklı enerji ve yaşam kalitesini artıran diğer maddelerin atmosfere verdiği zarar sonucunda güneş ışınlarının küreyi ısıtmasından kaynaklanıyor. İnsanoğlunun en önemli iki enerji kullanım alanı barındıkları mekanlarını ısıtılması ve aydınlatılması ile ulaşım araçları için kullandıkları enerji. Bu nedenle, küresel ısınma ile mücadeleye evlerimizin tasarımından, evde enerji ve su kullanım alışkanlıklarımıza ve ulaşım araçlarındaki tasarımdan onları kullanımdaki alışkanlıklarımıza kadar yapılacak değişimle başlamalıyız.

İnsan alışkanlıklarının eseridir. Alışkanlık değiştirmek de pek kolay değildir. Ancak, alışkanlıkların değişimesini teşvik edecek mekanizmalar kurabilirsek değişim daha kolay olur. Öncelikle gerek konutlarımızın, gerekse ulaşım araçlarımızın tasarım aşamasında doğru davranışları teşvik etmediğimizi iyi anlamalı ve işe tasarımdaki teşvik mekanizmalarını değiştirerek başlamalıyız.

Örneğin, ücretini yaptığı işin yüzdesi olarak alan bir mimarın inşaatla ilgili olarak vereceği kararlarda maliyet azaltmaya mı, enerji verimliliğine mi, yoksa estetik konulara mı odaklanacağını sorgulamıyoruz. Oysa, insanların belki de en önemli yatırmlarından birisi konut yatırımları. Bu nedenle, konut yapımında maliyetleri etkileyen en önemli kişilerden birisi olan mimarları nasıl teşvik ettiğimiz, aslında toplumsal olarak kaynakları ne kadar etkin kullandığımızı önemli ölçüde etkileyebilir. Yine konut alımlarında temel faktörün satın alma fiyatı olması ve konutun yaşam süresince kullanım masrafları konusunda bir bilginin standart olarak sunulmaması, genellikle evlerin enerji tasarrufu açısından yeterli yatırımın yapılamadığı mekanlar olmasına yol açıyor. Özellikle enerji fiyatlarının ve enerjide dış bağımlılığının çok yüksek olduğu bir ülkede kaynaklarımızı yeterince etkin kullanmamış oluyoruz. Bu nedenle, mimar ücretlerini tasarladıkların mekanların enerji ve su kullanımı konusundaki verimlilik sağlamalarına bağlı kılacak bir sistem bu konudaki yenilikçiliği önemli ölçüde geliştirir. Üstelik, mekanların daha da ekonomik olarak üretilmesine de yardımcı olabilir.

Ulaşım konusunu ele aldığımızda, otomotiv tasarımcılarının önceliklerinin konfor artırmak ve estetik cazibe yaratmak olduğunu görürüz. Oysa, çevremizdeki otomobilleri izleyecek olursak bu otomobilllerin en az beş kişilik kapasiteye sahip olmasına karşın, büyük bir çoğunluğunun kullanıldıkları zamanın çok önemli kısmında (yaklaşık %90’ında) bir, bilemediniz iki kişiyi aşmayan bir kullanıma sahip olduklarını görürüz. Bu nedenle, aslında otomobillerin en az yarısı boş olarak son derece sınırlı olan yol altyapısını işgal ediyor!! Bu sırada dünyada savaşlara neden olan, küresel ısınmaya olumsuz katkıda bulunan petrol kullanımı da lüzümsuz bir şekilde artıyor!! Ayrıca, otomobillerin kullanılmayan yarısının üretimi için harcanan çelik, enerji, emek gibi maliyetler de göz önüne alındığında, kıt kaynaklar dünyasında otomobillerin mevcut tasarımları ile ne kadar önemli bir verimsizlik kaynağı olduğu ortaya çıkar.

Otomobillerimizi genişliği bugünkünün yarısı kadar olacak sekilde, (hatta belki gerektiğinde iki tanesini yanyana getirerek bugünkü hale getirilecek şekilde) tasarlasak, kaç kişi iki otomobil birden alır? Bunlardan kaç tanesi her gün ikisini birden işe götürme çabasında olur? İki şeritli yollarımızı, dört şeritli yapsak ve şeritleri ikişer olarak kullananlardan daha yüksek vergi alsak acaba trafikteki akışkanlığımız ne kadar artar? Şehirlerimizdeki verimlilik ve ekonomik büyüme hızımız ne kadar artar? Dışa bağımlı olduğumuz petrol kullanımındaki verimliliğimiz ne kadar artar? Kaza ve stres seviyesindeki azalma nedeniyle, yaşam kalitemiz ne kadar artar?

Türkiye’de otomobil vergileri çok yüksek. Genişliği bugün için normal(!) olarak nitelendirilen otomobillerin yarısı kadar olacak otomobiller için vergileri çok önemli ölçüde azaltırsak, bu çok daha verimli olabilecek bir tasarımın gelişmesine ve Türkiye’de hızla bir pazar bulup büyüyerek dünya için yeni bir otomotiv devrimi gerçekleştirilmesine katkıda bulanamaz mı? Üstelik bu devrim, Türkiye’nin küresel ısınmaya karşı ürettiği etkin bir çözüm olmaz mı?

Yollarda geçirdiğimiz zamanın yarısını çalışmak için kullanabilsek çok önemli verimlilik artışları sağlayabiliriz. Aynı zamanda hayatımızdaki stres oranın, trafikte kaza olasılığının ve enerji tüketiminin azalması yaşamımızdaki sağlık düzeyini de olumlu etkilemiş, küresel ısınmanın önlenmesine de önemli bri katkı yapmış oluruz.

Özetle, küresel ısınmaya en etkin çözümler yaşam mekanlarımızın ve ulaşım araçlarımızın yeni bir anlayışla tasarlanmasından geçiyor. Doğru tasarım için, bu tasarımları yapanların teşvik mekanizmalarını da doğru oluşturmak gerekir.

Değişen Güç Dengeleri

Dünyadaki güç dengelerinde önemli değişimler yaşanıyor. Bu değişimleri anlamak ve geleceğe ilişkin hazırlıklar yapılırken bu yönde adımlar atabilmek de önem kazanıyor.

Değişen güç dengelerindeki önemli bir boyutu jeopolitik değişimler oluşturuyor. Örneğin, dünyanın ekonomik büyümesinde Çin ve Hindistan’ın rolü önemli ölçüde artıyor. Üstelik bu değişim sadece ekonomik boyut ile sınırlı kalmayıp, sosyolojik, kültürel, teknolojik, hatta askeri alana da yayılıyor. Ekonomik dengelerdeki değişim birçok boyutta kendisini hissettiriyor.

Örneğin, son dönemlerde batıda moda olan feng-shui, akapunktur gibi yüzyıllardır doğuyu temsil eden akımlar aslında ekonomik güç dengelerideki değişimin başka alanlara da yansımasının birer örneğini oluşturuyor. Önümüzdeki senelerde Çinli yazarların, ressamların, sporcuların yükselen değer olması, Hindistan’ın Bollywood olarak adlandırılan film endüstrisinin Hollywood’un etki seviyesine çıkması hiç de şaşırtıcı olmamalı. Yeni bilimsel Nobel ödüllerinin de önümüzdeki dönemlerde bu ülkelerden gelmesini bekleniyor.

Tüm dünyada her eve giren televizyonlardaki teknolojik gelişimin en temel girdilerinin çok önemli kısmının Kore ve Tayvan’dan geliyor olması teknolojik açıdan da güç dengelerinin değiştiğinin önemli bir göstergesi olarak sayılabilir. Nitekim, son senelerde Çin’e gelen yabancı sermayenin ABD’ye gelen yabancı sermayeyi geçmesi ve en son teknolojilerle donanmış fabrika yatırımlarının Çin’de yapılıyor olması, artık Çin’in sadece ucuz işgücü ile rekabet gücü elde eden bir ülke konumundan rekabet bazını çeşitlendiren bir ülke konumuna geçtiğini gösteriyor. Hindistan’ın sağlık turizminde cazibe merkezlerden birisi haline gelmesi de teknolojik olarak değişen dengelere bir gösterge olarak sayılabilir.

Geçtiğimiz haftalarda gözlenen Çin’in uzaydaki uyduları başarı ile vurabilme yetkinliğini geliştirdiği bilgisi, uzaydaki varlığı ile önemli bir bilgi avantajına sahip dünyanın süpergücü ABD’nin son dönemlerde yaşadığı en önemli tehdit unsuru olarak algılandı. Özetle, doğunun gelişen ekonomik gücü kaçınılmaz olarak diğer alanlara da yansıyor.

Dünyada değişen bir diğer güç dengesi de ekonomik gelişme sonucunda artan talep karşısında petrol gibi kısıtlı kaynaklara sahip ülkelerin zenginleşmesi oluyor. Örneğin, Rusya’nın tekrardan dünyanın en önde gelen ülkeleri arasında sayılmasının belki de en temel nedeni artan petrol ve doğalgaz fiyatları oluyor. Venezuella’nın ABD’ye kafa tutabilmesini sağlayan ekonomik gelişmesi de yine benzer bir nedenle mümkün olabiliyor.

Bu nedenle su, enerji, önemli madenler gibi yaşam ve gelişme için önem taşıyan tabii kaynaklar üzerinde söz sahibi olabilmek önemli güç savaşlarına yol açıyor. Örneğin, Rusya’nın sadece kendi doğalgazını değil, aynı zamanda Kaakistan, Türkmenistan ve Azerbeycan’ın doğalgazını da kontrol edebilmek üzere Gazprom’un doğalgaz boru hatları üzerinde tekel oluşturma çabası, Çin’in doğal kaynak zengini Afrika’ya yaptığı yardımları önemli ölçüde artırması, hatta ortadoğuda ve Sudan’daki çeşitli çatışmaların temelinde bu değişen güç dengeleri yatıyor.

Değişen güç dengelerinden birisi de birbirine güvenen küçük grupların artan iletişim olanakları sayesinde dünya devleriyle başa çıkabilmesi ve etkinmliğini artırmaları oluyor. Örneğin, yeni ilaç ve tedavi yöntemlerinin bulunması konusunda küçük grupların büyğk ilaç firmalarından başarılı olmaları, terrörist grupların dünyanın en büyük askeri güçlerine kafa tutabilmesi hep bu trendin birer göstergesi olarak sayılabilir.

Tüketicilerin gücünün üreticilerin önüne geçmesi de dünyada değişen bir diğer önemli denge olarak karşımıza çıkıyor. Artık tekerlekleri olmayan arabalar için sıraya giren tüketicilerin yerini huysuz, her geçen gün daha fazlasını isteyen tüketiciler alıyor. Yenilikçiliğin temeli olan yeni ihtiyaçların tespiti konusunda da tüketiciler ön plana çıkıyor. Yenilikçiliği geliştirme süreçleri için müşteri şikayetleri çok önemli birer girdi oluşturuyor.

Özetle, bu değişimleri anlayarak bir yandan ekonomik gelişme hızımızı artırmanın en öncelikli politikalardan birisi olmasını sağlamak, diğer taraftan da uluslararası ilişkilerimizi geliştirirken dünyadaki değişen güç dengelerini de göz önüne almak ülkemizi geleceğe hazırlarken dikkat etmemiz gereken unsurlar arasında yer alıyor.

Küresel Vatandaşlık

İnsanlar hayatları boyunca içinde bulundukları konumlara göre farklı roller üstleniyorlar: çocuk, öğrenci, Boğaziçili/Mülkiyeli/Teknik Üniversiteli, arkadaş, takımdaş, sevgili/eş, baba/anne, müşteri/çalışan, yönetici, gönüllü, Hıristiyan/Müslüman/Yahudi, Doğulu/Egeli/Karadenizli/Trakyalı, Beşiktaşlı/Fenerli/Galatasaraylı, AKP’li/CHP’li/DYP’li/ANAP’lı/DSP’li/MHP’li, Amerikalı/Rus/Türk gibi. Bugünlerde Avrupa veya Türk vatandaşlığı kavramları tartışılıyor. Çoğu zaman birden fazla rolü üstleniyor; üstlendiğimiz rollerden hangisine hayatımızda daha fazla zaman ayırıyor ve hangisini daha fazla benimsiyorsak kendimizi de o rolle tanımlıyoruz.

Her rol bize farklı sorumluluklar ve görevler yüklüyor. Her rolün gerektirdiği sorumlulukları ne derece iyi yerine getirebilirsek, o rol nedeniyle etkileşim içerisinde bulunduğumuz toplum kesimlerindekileri o kadar mutlu edebiliyoruz.

Ancak teknoloji gelişip, dünya küçüldükçe ve dünya nüfusu arttıkça belki hiçbir zaman göremeyeceğimiz insanlarla karşılıklı bağımlılığımız artıyor. Avrupa’daki yüksek aerosol kullanımı, Şili’de ozon tabakasının incelmesine ve kanserin artmasına yol açıyor. Brezilya’daki yağmur ormanlarının tahrip edilmesi, global ısınmaya ve bazı turizm cenneti adaların sular altında kalmalarına neden oluyor. İsviçre’deki bir teknolojik gelişme, Türkiye’de yaşam kalitesini etkiliyor. Amerika’da verilen 300 oy, Ortadoğu’daki barış sürecini etkiliyor. Çin’in yükselen enerji ihtiyacı dünyanın her köşesinde enerji fiyatlarının artmasına, hatta tüketim alışkanlıklarının değişmesine yol açıyor.

Kısacası, hergün farkına varmadığımız, ama belki de milyonlarca insanı etkilediğimiz bir rolümüz daha var: dünya vatandaşlığı, yani insan olmak.

Kullanmak üzere yaptığımız ürün seçimlerimizle, ürettiğimiz çalışmalarla, yetiştirdiğimiz insanlarla, kişisel veya kurumsal maliyetini sıfır olarak düşündüğümüz konulardaki kararlarımızla, hatta verdiğimiz bir oy, bir imza ile dünyayı etkiliyoruz.
Gerek bireyler, gerekse kurumlar olarak “dünya vatandaşlığı” rolümüzü ne kadar çabuk benimsersek ve onun getirdiği sorumlulukları ne kadar iyi yerine getirebilirsek, dünyanın kaynaklarından da o kadar çok faydalanabileceğiz. Dünyayı kurumsal olarak etkileyeceğimiz en önemli araçlar küreselleşmiş şirketlerimiz, kültürel zenginliğimiz ve devletimiz. Dolayısı ile gerek bireyler, gerek şirketler, gerekse devlet olarak bakış açımızı ülke sınırları ile sınırlandırmamaya dikkat etmeliyiz.

Dünya vatandaşlığı bilincine varmak, dünya ile etkileşime, uluslararası kurumlarda temsilde etkinliğe ve uluslararası piyasalarda aranan markalar yaratmaya önem vermek demektir. Aynı zamanda üstlendiğimiz tüm rollerde kendimizi uluslararası performans göstergeleriyle değerlendirmek demektir. Türkiye içindeki başarılarla yetinmemek, Avrupa ve dünya çapında karşılaştırmalarda başarılı olmayı hedeflemek demektir. Örneğin, Türkiye’de kalite ödülleri alan kurumların, bu başarıyı Avrupa boyutuna taşımalarıdır. Mavi jeans, Efes, Beko, Vestel gibi Türkiye’deki başarılı markaları dünya pazarlarına yayabilmektir.

Dünyanın nimetlerinden en çok faydalananlar, dünyanın varlıklarını en iyi koruyan, geliştiren ve dünyaya en çok değer katanlar olacak. Sadece içe dönük konularla ilgilenmekle yetinmeyip, dünyanın sorunlarına çözüm üretenler olacak. Bir başka ifadeyle, kazananlar dünya vatandaşlığı rolüne önem verenler olacak. Bu nedenle, gençlerimizi geleceğe hazırlayabilmek için, küresel barış için, insan haklarının herkesçe yaşanabilmesi için, küresel demokrasi için, eğitim müfredatının hoşgörünün ve insanların karşılıklı bağımlılığının öğretildiği şekilde düzenlenmesini sağlamalıyız.

Özetle, hem ilgi alanlarımızı, hem de bakış açımızı genişletmeye özen göstermeli, küresel sorunlara çözüm üretmeye odaklanmalıyız. Dünya’nın nimetlerinden daha çok pay alabilmek için dünya vatandaşlığı konumumuzun bize yüklediği sorumlulukları yerine getirmeliyiz.

Standartları Değiştirebilmek

Bir standart yaygın olarak benimsendikten sonra onu değiştirmek çok güç oluyor. Çünkü, insanlar alışkanlıklarının esiridir. Oysa, dünyada hızla değişen şartlar karşısında bazen en etkili çözümler varsayımlarımızı tekrar değerlendirip, alışkanlıklarımızı değiştirerek bulunabilir.

Örneğin, daktilo için geliştirilen “QWERTY klavye” standardı, mekanik daktilolarda yazı yazma hızını, tuşların birbirine çarpmasını önleyecek şekilde azaltmak amacıyla tasarlanmıştı. Elektrikli klavyelerin gelişmesinden sonra bu mekanik sınırlama ortadan kalkınca, yazı yazma hızını artırmak amacıyla tasarlanan “DSK klavye” standardı maalesef “QWERTY” standardının yerini alamadı. Çünkü o kadar çok kişi bu standardı öğrenmişti ki, pazarın büyük kısmını onlar oluşturuyordu ve bu kadar çok kişiyi kısa zamanda yeni bir standart öğrenmeye zorlamak mümkün olamıyordu. Bu yeni standardı öğrenmek için yapılacak zaman yatırımının 10 günlük kullanımda elde edilen yazma hızı avantajı ile geri ödendiğinin bilinmesine rağmen bu verimsiz teknoloji aşılamadı. Bugün hâla dünyada 125 yıl önce, yazma hızını yavaşlatmak üzere tasarlanmış bir standart kullanılıyor!!
Günümüzde şehirlerde yaşayan milyonlarca insan için her gün karşılaştıkları en önemli sorunlardan birisi de ulaşım sorunu. Bu sorun bir taraftan yaşamdan aldığı pay açısından, diğer taraftan da maliyetleri açısından önem taşıyor.

Bu konu ekonomik gelişme açısından da büyük önem taşıyor. Ekonomileri gelişen ülkelerde hizmetler sektörünün her geçen gün daha fazla bir pay aldığı gözleniyor. Hizmetler sektörünün en yoğun olarak geliştiği yerle ise şehirler. Üretim yaptığımız fabrikalarda verimliliği artırmak üzere yalın yönetim, altı sigma gibi çeşitli yöntemler kullanarak hammaddenin ve ürünlerin akışkanlığını artırmaya çalışıyoruz. Oysa, hizmetler sektöründeki en önemli girdi olan insanların şehirlerdeki akışkanlığını geliştirme konusuna yeterince odaklanmıyoruz.

Örneğin İstanbul’da her geçen sene milyarlarca dolarlık yatırımlar gerektiren yeni köprülere, yeni tünellere ihtiyaç doğduğu dile getiriliyor. Özellikle son dönemlerde petrol fiyatlarındaki büyük yükseliş, belki altyapı sınırı nedeniyle ulaşımın tamamen kilitlenmesini geciktiriyor, ama diğer taraftan cari açık sorunumuzu büyütüyor. Şehirlerdeki ulaşım sorununu çözmek için mevcut altyapıyı daha etkin kullanabilecek yöntemler geliştirmekten kaçınıyoruz. Bunun için varsayımlarımızı gözden geçirmeliyiz.
Büyük şehirlerde kullanılan otomobilleri ele alacak olursak, bunların çoğu zaman kullanılmadığını, kullanıldığında ise büyük çoğunlukla tek kişi taşımak için kullanıldığını görürüz. Bu otomobillerin birçoğu en az dört kişi taşımak üzere tasarlanmıştır. Oysa, dört kişi taşıdıkları zaman yaşam sürelerinin belki yüzde birini bile kapsamaz!! Bir fabrikada böylesine verimsiz bir tasarıma rastlamak mümkün olamaz. Dünyada enerji ve demir çelik gibi hammadde fiyatlarının yükselmeye devam edeceği düşünüldüğünde, bu kadar verimsiz bir tasarım yaklaşımını alışkanlıklarımızın ne kadar taşıyabileceğini de düşünmeliyiz.
Son dönemlerde, otomotiv sektöründe önemli gelişme kaydeden Türkiye acaba yükselen enerji ve hammadde fiyatlarıyla, hızlanan şehirleşme sürecinin yarattığı ulaşım sorununun çözümü için varsayımları ve alışkanlıkları değiştirecek bir çözüm üreterek dünyada yeni bir trendin öncüsü olamaz mı? Genişliği bildiğimiz otomobillerin yaklaşık yarısı kadar olacak iki kişilik otomobilleri tasarlayarak, üreterek ve kullanılmasını vergi teşvikleriyleyle yaygınlaştırarak mevcut altyapıların iki misli insanı taşımak üzere kullanılmasını sağlayabilirmiyiz?

Böyle bir tasarım, üretim maliyetleri, hammadde kullanımı, enerji kullanımı, çevre ve mevcut altyapıların daha verimli kullanılması açısından avantajlar içerir. Bu tasarımdaki otomobillerden ÖTV alınmaması, yoğun trafiği olan yollarda bazı şeritlerin bu otomobillere tahsis edilmesi gibi uygulamalar bu yeniliğin hızla yaygınlık kazanmasını sağlayabilir. Bu yaygınlığın sağlayacağı ölçek ekonomisi bu konuda Türkiye’deki şirketlerin dünyadan alacakları piyasa payını da artırabilir. Ne dersiniz?

Sürprizlere Hazır Mısınız?

Yeni yıla girerken şirketler stratejik planlarını gözden geçirdi, bütçelerini hazırladı ve yönetim kurullarından onay aldılar. Ancak, olasılığı yüksek olmasa da yeni yılda karşılaşabileceğimiz bazı gelişmeler tüm bu çalışmaların bir anda günceliğini yitirmesine neden olabilir. İşte bu nitelikteki potansiyel gelişmeler için ne kadar fikri hazırlık yapılırsa, şirketlerin bu gelişmeler karşısındaki tepkileri de o kadar etkili oluyor. Bu nedenle yeni yılda karşılaşabileceğimiz bazı sürprizleri ele alalım.

“İran’ın nükleer programını durdurmak üzere İsrail uçakları İran’da beş noktayı birden vuruyor. Bu yaklaşımı destekleyen ABD ile karşısında olan Rusya ve Fransa’nın tutumları Birleşmiş Milletleri kitliyor. Dünya’nın çeşitli bölgelerindeki hassas noktalarda yerel çatışmaları artıyor. Bunun sonucunda uluslararası sermaye hareketleri daha güvenli bölgeler üzerinde yoğunlaşıyor ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri zarar görüyor.”

“Şaron İsrail Başbakanı oluyor. Filistin devletinin kurulmasını destekliyor. Orta Doğu’ya barış geliyor ve petrol zengini Orta Doğu ülkelerinin finansmanı ile büyük bir yatırım hamlesi başlıyor. Türk şirketleri içinde Orta Doğu deneyimi bulunanlar büyük ihaleler kazanıyorlar. Türkiye’den Orta Doğu ülkelerine ihracat patlıyor.”

“Irak’ta Şii bölgesi, İran, Rusya ve Venezuella petrol fiyatlarının $120’a çıkması için birlikte hareket edeceklerini açıklıyorlar. Avrupa ekonomilerindeki durgunluk artıyor. Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı AB’ye ihracatı %30 azalıyor. Yüksek petrol fiyatları nedeniyle batan uçak şirketlerinin yarattığı güvensizlik, turizmi vuruyor. Rusya’da faaliyet gösteren Türk şirketleri büyük bir büyüme hızı yakalıyorlar. Rusça konuşan mühendis açığı oluşuyor.”

“AB Türkiye’yi Kıbrıs konusunda sıkıştırıyor. Konu Meclis’e geldiğinde hararetli tartışmalar sonucunda AKP’den ayrılan 70 milletvekili yeni bir parti kuruyor ve erken seçimi zorluyor. Türkiye’ye ilgi duyan yabancı sermaye yeni yatırımlar için seçim sonrasını beklemeye başlıyor. Erken seçim hazırlıkları reformları geciktiriyor ve enflasyon %14’e yükseliyor.”

“Sadece Çinli genleri olanları etkileyen Çin gribi büyük bir salgın haline geliyor. Çin ekonomisinin büyüme hızı %2’ye düşüyor. ABD’de yaşayan Çinli bilim adamlarını da etkileyen grip, birçok araştırma projesinde önemli gecikmelere yol açıyor. Teknoloji şirketlerinin hisse fiyatlarındaki düşüşler, dünya borsalarında ciddi düşüşler yaşanmasını tetikliyor.”

“Sosyal güvenlik reformu Meclis’ten geçiyor. Emeklilik maaşı ödemelerinin 62 yaşında başlatılması kabul ediliyor. Uluslararası sermaye piyasaları bu gelişmeyi destekliyor. Türkiye’nin kredi notu iki derece birden artırılıyor. Borsa yeni rekorlar kırıyor. Büyüme hızı %9’u aşıyor. İnşaat sektöründeki hızlı gelişme ile işsizlikte de önemli azalmalar gözleniyor.”

“Bakü-Ceyhan boru hattının işlemeye başlamasıyla birlikte Ceyhan’da yeni petrokimya tesisleri kurmak üzere dünya devleri harekete geçiyor. Dünya’nın en büyük petrokimya tesislerinin beş sene içinde Ceyhan’da kurulması bekleniyor.”

Yukarıda örnekleri verilenler ve benzeri gelişmeler için ne kadar hazırlıklı olduğumuzu sorgulamak herhangi birisinin gerçekleşmesi duruunda bu gelişmeden fayda sağlamanın da ilk adımıdır. Önemli değişim noktalarında hazırlıklı olmak fırsatları yakalamanın da temelidir.

Göç ve İnsan Hakları

İnsan hakları, suçluluk nedeniyle ortaya çıkan sınırlamalar hariç, her insanın istediği zaman ülkesinden çıkabilmesini, istediği zaman da geri dönebilmesini gerektiriyor. Ancak, insanların başka ülkelere girebilmesi, hele o ülkelerde iş bulabilmesi önemli sınırlamalarla düzenleniyor. Demokrasinin ve adaletin temel ilkelerinden birisi olan fırsat eşitliği bir ülkenin vatandaşları arasında sağlanmaya çalışılırken, ülkeler arasında bu konuda bir serbesti sağlanması gündemde bile değil.

Buna rağmen ekonomik gerçekler nedeniyle her yıl 2-2.5 milyon kişinin ülkelerinden ayrılarak başka ülkelerde çalışmaya başlıyor. Vatandaşı oldukları ülkede yaşayıp, çalışanların toplamı yaklaşık 200 milyonu buluyor. Bir başka ifade ile her 35 kişiden birisi doğduğu ülkede değil, doyduğu ülkede yaşıyor. Göçmenler ayrı bir ülke olarak algılansa, dünyanın en büyük beşinci ülkesini oluştururlardı. Eğer bu konuda vize ve çalışma izni gibi sınırlamalar olmasa bu rakamlar büyük ölçüde katlanarak artardı.

Göçmenlerin kendi ülkelerine gönderdikleri para yılda $150 milyar doları aşıyor. Bu rakam gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere sağladıkları yardım miktarının birkaç katı düzeyinde. Dünyadaki yabancı sermayenin önemli bir kısmının da ister göçmen olarak, ister daha sonra başka ülekerin vatandaşlığına geçerek, isterse yatırımlarını başka ülekelerdeki fonları üzerinden yönlendiren o ülke ile ilgili geçmişi olan kişilerlce yapıldığı göz önüne alındığında, göçmenlerin aslında gelir adaleti açısından önemli bir rolü olduğunu ortaya koyuyor.

Son dönemlerdeki teknolojik gelişmeler göç konusunda da farklı trendlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. İnsanların önündeki göç engelleri, insanlar yerine işlerin göçmesine neden oluyor. Artık sadece üretim fonksiyonları değil, ar-ge ve tasarım gibi düşünce fonksiyonları da kolayca ülkeleri terkedip, istediği ülekere yerleşebiliyor. İnsan göçünü veren ülkelere gönderilen paraların yerini, o ülkeye gelen işlerin yarattığı katma değer alıyor. Küresel şirketlerin taşeron hizmeti olarak işleri ülkeler arasında kaydırabilmesinin önünde pek de engel yok.

Ancak, göçmenlerin yerleştikleri topluma sadece katma değer yaratma konusunda değil, aynı zamanda kültürel çeşitlilik yaratma konusunda da önemli katkıları olduğu unutulmamalı. İnsanların yerine işler göçtüğünde bu faydadan mahrum kalınması önemli bir eksiklik. Örneğin, ABD’de en girişimci ruhu göçmenler taşıyor ve onların bu konudaki yaklaşımları toplumun diğer kesimlerinin de girişimcilik yetkinliğinin gelişmesine örnek ve yardımcı oluyor. Göçmen alma konusundaki performansı düşen ülkelerin daha tutucu oldukları ve gelişmekte olan alanlarda geri kalmaları önemli bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor.

Örneğin, Avrupa Birliği’nde insanların ülke değiştirme konusundaki çekingenlikleri bütünsel bir Avrupa kültürü oluşturmanın önünde bir engel oluyor. Eğer, her Avrupa ülkesinde yaşayan diğer ülke vatandaşlarının oranı önemli ölçüde daha yüksek olsaydı, AB Anayasısının reddedilme olasılığı da önemli ölçüde düşebilirdi. Çeşitlilik ve farklılıklar yaratıcılığı ve girişimciliği artıran unsurlardır. Özellikle rekabet gücünü geliştirmek isteyen ülkeler bu nedenle doğru göçmen politikaları benimsemeye de önem vermeli.

Özetle, göç küresel gelişme, rekabet gücü, karşılıklı anlayış, kültürlerin birarada barış içinde yaşama kapasitesi gibi önemli konularda önemli faydalar sağlayan bir olgu. Ancak bu konudaki sınırlamalar ve son dönemlerdeki teknolojik gelişmeler ile ekonomik açılımlar insan göçünden çok daha fazla iş göçüne neden oluyor. Bu durum ise göçün ekonomik getirileri konusunda fayda sağlamakla beraber, kültürel ve toplumsal getirilerini sınırlandırıyor.

Demografik Gelişmeler

Gelecek ile ilgili değerlendirmeler yapılırken çevre şartlarının nasıl gelişeceği ile ilgili teknolojik, sosyoljik, ekonomik, ve demografik birçok tahmin yapılır. Bu gibi tahminler içerisinde en kolaylıkla ve isabetle belirlenenler arasında demografik veriler yer alır. Oysa, birçok kurum demografik verileri gelecek ile ilgili stratejilerini oluştururken yeterince dikkate almıyor. Örneğin, bu nedenle Türkiye’de doğuda yaptırılan birçok okul binası atıl kalırken, göç alan birçok şehirde sınıflar yetersiz kalmaktadır. Benzer şekilde şirketlerin ve diğer ülkelerin de yaptıkları kararlarında ve yatırımlarında demografik verilere yeterince dikkat edilmemesinin önemli yanlışlara neden olduğu gözlenmektedir.

Bu nedenle Birleşmiş Milletler Nüfus Araştırmaları Bölümünün bir çalışmasına dayanarak önümüzdeki döneme ilişkin bazı gözlemleri paylaşmakta fayda var: Öncelikle, yaşam kalitesini artırmak hedefiyle yaşayan insanoğlu gelecek 50 yıl içinde yaklaşık 2.5 milyar ek nüfus ile de baş etmek zorunda kalacak. 2050 yılında dünyada 9 milyar insanın yaşaması bekleniyor. Bu nedenle dünyanın kıt kaynaklarının kullanımı üzerindeki tartışmaların ve bu piyaslardaki fiyatların artmaya devam etmesi hiç de şaşırtıcı olmamalı. Batı dünyasında yaşayan 1.2 milyar insan sayısı neredeyse sabit kalırken, büyümenin çoğu gelişmekte olan ülkelerde yaşanacak. Her sene 76 milyonluk nüfus artışının yarısı altı ülkede gerçekleşiyor: Hindistan (22%), Çin (11%), Bangladeş, Endonezya, Nijerya ve Pakistan (her biri yaklaşık 4%).

2050 yılına kadar 51 ülkenin nüfusu azalacak. Nüfusunun 20%’sinden fazlasını kaybedecek on ülkenin yarısı Karadeniz ülkeleri arasında: Ukrayna (-43%), Bulgaristan (-34%), Gürcistan (-33%), Romanya (-23%) ve Rusya (-22%). Bunlardan Rusya’nın 31 milyon, Ukrayna’nın 20 milyon, Romanya’nın 5 milyon, Bulgaristan’ın 3 milyon ve Gürcistan’ın 1 milyonluk nüfus kaybına uğrayacağı tahmin ediliyor. Bu nedenle bu ülkelerin göç almak üzere açık bir politika izlemesi bekleniyor.

AB üyesi İtalya, Polonya ve Almanya’nın da toplam 18 milyonluk bir nüfus kaybı yaşaması bekleniyor. Bu nedenle uzun vadede bu ülkelerin Türkiye’nin üyeliğine karşı şıkma eğilimlerinin azalması beklenebilir.
Bir başka önemli gelişme de 2050 yılına kadar ortalama yaşam süresinin 10 yıl uzayarak 76 seneye ulaşması beklenmesi. Ancak, bu konuda dünyanın değişik bölgelerinde farklı trendlerle karşılaşıldığına da dikkat çekilyor. Örneğin, Botswana’da 1990’ların başında 65 yıla kadar uzayan ortalama ömür, bugün HIV/AIDS nedeniyle 37 seneye kadar gerilemiş durumda.

2050 yılında 65 yaşının üzerindeki nüfusun toplam nüfusa orana 7%’den, 15%’e çıkacak. İtalya, İspanya ve Japonya gibi ülkelrin toplam nüfuslarının 1/3’ü 65 yaşının üstünde olacak. Bgün 250.000 civarında olan 100 yaşını aşan insan sayısının, 2050 yılına kadar 3.7 milyona ulaşması bekleniyor. Bu nedenle yaşlı nüfusa yönelik ürün ve hizmetlere olan talebin önemli ölçüde artması bekleniyor.

Dikkat çeken bir başka trend de nüfusun büyük şehirlerde odaklanması. 1950 yılında 10 milyon nüfusu aşan tek kent olan New York, bugün bu ünvanı aralarında İstanbul’un da bulunduğu 19 kent ile paylaşıyor. 2015 yılında kadar hepsi Asya’da olmak üzere bu kategoriye 4 kentin daha girmesi bekleniyor.

Bu gelişmeler uluslararası göçün de artmasına neden oluyor. 1990 yılında doğduğu ülkenin dışında göçmen olarak yaşayanların sayısı 120 milyon iken, bugün bu rakam 180 milyona ulaşmış durumda. Özellikle gelişmiş ülkeler, nitelikli insan gücü için cazip göç imkanları sunuyorlar.

Özetle, büyük salgınlar, savaşlar gibi gelişmeler olmazsa, demografik verilerin tahminindeki yanılmalar çok sınırlı oluyor. Üstelik, bu verilere ulaşabilmek de nispeten kolay. Bu nedenle, demografik verileri gelecek içi bugünden verilen kararlarda ve uzun vadeli yatırımlarda özellikle dikkate almak gerekiyor.

Kayıt Dışı Ekonomi

Son dönemlere kadar enflasyonun düşürülmesinin ekonomik büyümeyi azaltacağını düşünenler çoğunluktaydı. Bu konuda Tüsiad tarafından yaptırılan bir bilimsel çalışma, bu varsayımın hiç de doğru olmadığını ortaya koydu. Son yıllardaki ekonomik büyüme performansının düşen enflasyon ile birlikte gerçekleşmesi de bu yargının kamuoyunda da değişmesini sağladı.

Ülkemizde yaygın olarak kabul gören bir başka varsayım da kayıt dışı faaliyetlerin ekonomik büyümeyi desteklediği ve kayıt dışılığın üstüne gidilmesinin sorun yaratacağıdır. Oysa yapılan çalışmalar, sadece ülkemizde değil, Brezilya gibi kayıt dışı faaliyetlerin ekonominin önemli bir kısmını oluşturduğu diğer ülkelerin büyüme performansının kayıt dışılık nedeniyle sınırlı kaldığını gösteriyor.

Ülkemizde çeşitli çalışmalar istihdamın %50’sinin kayıtdışı olduğunu gösteriyor. Tarım sektöründe ve yevmiyeli çalışanlarda bu oran %90’lar düzeyinde. Ticaretin ise %70’inin kayıtdışı gerçekleştiği tahmin ediliyor. Kayıtdışılığın özel nakliyesi, kırtasiyesi ve itibara dayalı ödeme şekli var. Faaliyetlerini kayıtdışı olarak sürdürenlerin bu konuda risk yönetim sistemleri bile var.

Ekonomik faaliyetleri kayıtdışı olarak yürütmek, sadece rekabet ortamını ve vergi gelirlerini etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal düzeni korumak için yapılan sağlık, çevre ve güvenlik gibi düzenlemeleri de geçersiz kılıyor. Örneğin, alkollü içeceklerde son dönemlerde yapılan aşırı vergi artışlarının artırdığı kayıtdışı faaliyetler sadece ekonomik sonuçlarıyla değil, aynı zamanda birçok insanın hayatına mal olmasıyla da gündeme geldi.

Bir sektörde kayıtdışılığın yüksek olması, kayıtlı olarak çalışan şirketlerin haksız rekabete uğramasına neden oluyor. Kayıt dışılığın kısa vadeli kazancı o denli yüksek ki, kayıtlı olarak çalışan şirketler %20’lere varan verimlilik artışı getirecek yatırımlarından bile yeterli getiriyi sağlayamıyorlar! Bu nedenle de işlerini dünya ile rekabet edebilecek düzeye getirmek üzere yapmaları gereken yatırımlarda gecikiyorlar. Dünya ile rekabet edebilecek ölçeklere ve teknolojiye yatırım yapamayan şirketler ise istihdamın gelişmesine yeterince katkıda bulunamıyorlar.

Özetle, toplum olarak en önemli sorunumuz olan istihdamın yeterince artmamasının önemli nedenlerinden birisi de kayıtdışılık. Kayıtdışı ekonomi kamu maliyesinin sağlıklı bir dengeye kavuşabilmesi açısından da büyük bir fırsat sunuyor. Kayıtdışılığın yarısı bile kayıt içine alınsa Türkiye eğitim gibi hayati bir konularda gelecek için yatırımlarını artırarak büyük atılımlar gerçekleştirebilir.

Kayıtdışılığı önleyebilmek sadece sıkı kontrol mekanizmaları kurarak değil, aynı zamanda daha basit ve daha düşük vergi sisteminin de uygulanarak sağlanabilir. Örneğin, İspanya’da kayıtdışılığı önlemek için alınan tedbirler KOBİ’lerden alınan vergileri %75 oranında artırırken, çalışma kanunlarında sağlanan esneklikler ise altı yıllık bir sürede işsizliğin %40 oranında azalmasını sağlamıştır.

En son seçimlerden önce Tesev tarafından yapılan bir çalışma vatandaşların hükümetten en büyük beklentisinin istihdamı artırması olarak belirlenmişti. Son iki sene yaşadığımız ekonomik gelişmelerin istihdama yeterince yansımamış olması siyasetçilerin birinci derecede önem vermesi gereken bir konudur. Ülkenin büyüme performansının ve özellikle istihdamın sürdürülebilir bir şekilde gelişmesi için kayıtdışılığın önlenmesi öncelikli bir konu olarak ele alınmalıdır. Bu konuda başarı elde edbilmek için polisiye tedbirlerden daha önemli olan çalışma kanunlarında sağlanacak esneklikler ve vergilerde yapılacak azaltmalardır.

Özetle, toplum olarak ve karar vericiler olarak enflasyon konusundaki yanlış yargılarımız gibi kayıtdışılık konusundaki yanlış yargılarımızı değiştirmeliyiz. Kayıtdışı faaliyetler sürdürülebilir büyümeyi desteklemez, köstekler.

Toplumsal Bakış Açısı ve Büyüme

Yeni tanıştığınız bir kişinin en son işinin başarılı olamadığını ve battığını öğrenirseniz ne düşünürsünüz? (a) “Bu adam/kadın ahlaksız, mutlaka şirketten para çalmıştır.” (b) Bununla iş yapılmaz, kendi işini bile yürütememiş.” (c) “Bu adam/kadın cesur, helal olsun yeni bir iş denemiş, kim bilir ne kadar deneyim kazanmıştır.”

Genç bir girişimci size yeni bir fikirle gelip yatırımına ortak olmanızı isterse, hemen aklınızdan ne geçer? (a) Eski köye, yeni adet getirmek zordur. Bu iş zor çalışır. (b) Bir akıllı sen misin? Bu sektörde bu kadar çalışan firma varken, onların uygulamadığı bir yaklaşımdan para kazanılmaz.” (c) “Enteresan bir fikir. Bunun gibi proje üreten insanlar olsa da , yatırımlarımın bir kısmından büyük kazanç elde edebilsem.”

Yeni çıkan bir teknolojik ürünü size pazarlamaya çalışan bir satıcıyla ilk görüşmenizde ne düşünürsünüz? (a) “Bu ürünü hele bir başkaları alsın da göreyim. Ondan sonra düşünürüm. “ (b) “Benim çalışanlarım bu ürünün nasıl kullanılacağını öğrenen kadar, elimizdeki teknolojiyle daha çok çalışıp, daha çok üretsinler.” (c) “Bu yeniliği ilk önce ben uygularsam, toplumda öncü olurum ve bu konuda en bilgili çalışanlar benim firmamda olur.”

Bir toplumda bu sorulara verilen cevaplar ağırlıklı olarak a ve b şıklarıysa, o toplumda yenilikçilik ve girişimcilik zor gelişiyor. Oysa, cevapların c ağırlıklı olduğu toplumlar ise daha rekabetçi, daha başarılı şirketlere sahip oluyorlar.

Bir sektördeki rekabeti etkileyen beş güç var. Bunlar (i) sektör içi rekabet, (ii) tedarikçilerin pazarlık gücü, (iii) müşterilerin pazarlık gücü, (iv) ikame ürünlerin bulunabilirliği ve fiyatı ve (v) piyasaya girişin ve çıkışın önündeki engeller olarak sıralanabilir. Ayrıca, devletin düzenleyici ve denetleyici rolü ile her bir güç dengesini değiştirebileceği de gözardı edilmemeli. Bu faktörler arasında sektörleri en derinden etkileyen faktör ise piyasaya yeni girişlerdir. Gerek devlet düzenlemeleri, gerekse toplumsal yaklaşımlar nedeniyle piyasaya giriş ve çıkış engellerinin yüksek olduğu toplumlarda gelişme hızı olumsuz olarak etkileniyor.

Gelişmiş ekonomileri olan ülkelerde her sene piyasaya yeni giren ve çıkan firmaların toplam firma sayısına oranı %15-%20 arasındadır. Çalışan sayısı ağırlıklı olarak hesaplandığında bu konuda lider olan A.B.D.’de toplam çalışanların %8’i piyasaya yeni giren veya bir sene içinde kapanacak firmalarda çalışmaktadır. Bir başka ifade ile çalışan nüfusun yaklaşık 1/12’si her sene yeni açılan veya kapanan bir şirkette çalışmaktadır. Toplam iş değiştirme oranı ise daha yüksektir. Böyle bir toplumun toplumsal risk alma eğilimi yüksek olup, başarısızlık tabu olmaktan çıkmaktadır.

Bu durum kendisini yeni kurulan şirketlerin gelişme hızında da göstermektedir. Yeni açılan işlerin %50-60’ının ömürleri 5 seneyi, %40-50’sinin ise 7 seneyi aşmaktadır. Finans piyasaları ve toplumsal anlayış, kaynakların teminatı yüksek olan işlere değil, potansiyeli yüksek olan işlere akmasını sağlamaktadır. A.B.D.’nin en önemli özelliklerinden birisi de yeni kurulan işlerin bir kısmının büyük bir hızla büyeyebilmesidir. Pazar büyüklüğü ve finans kaynaklarına ulaşım kolaylığının yanısıra, yeniliklere açık bir toplumsal bakış açısının da bu gelişmeye önemli katkısı vardır.

Unutmayalım ki Edison ampulü bulurken beşbin başarısız deneme yaptığını, artık bu işten vazgeçmesi gerektiğini söyleyenlere, ‘Ben beşbin çalışmayan yöntem buldum. Bu yolda çalışmaya devam etmek, başarıya ulaşabilmemi sağlayacak.’ demiştir.

Özetle, toplum olarak mevcutları koruma içgüdüsünün aşırıya kaçmasının gelişmeyi engelleyeceğini, yenilikleri kucaklamak ve yenilikleri geliştirmek için kaynak ayırmanın ise gelişmeyi tetikleyeceğini iyi anlamalyız.

Küresel Liderlerin Öncelikleri

Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos toplantısında düzenlenen bir çalıştayda küresel öncelikler belirlendi. Toplantıya Bill Gates, Carly Fiorina gibi iş dünyasının, Tony Blair, Lula da Silva, Recep Tayyip Erdoğan gibi siyaset dünyasının, Bono, Richard Gere, Sharon Stone gibi sanat dünyasının, Michael Porter ve C.K. Prahalad gibi akademik dünyanın liderleri katıldı. En önemli altı öncelik (i) yoksulluğun ortadan kaldırılması, (ii) küreselleşmenin adil olarak gelişmesinin sağlanması, (iii) İklim değişikliği getiren uygulamaların kontrol altına alınması, (iv) eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması, (v) Orta Doğu’da barış ve huzurun sağlanması, ve (vi) Küresel yönetişim sisteminin oluşturulması olarak belirlendi.

Yoksulluğun giderilmesi en önemli öncelik olarak belirlendi. Yoksulluğun giderilmesinin terörizmin ve istikrarsızlığın önlenmesine katkıda bulunacağı, sürdürülebilir küresel gelişme için büyük önem taşıdığı ve yoksulluğun olduğu bir dünyada ahlaki sorunların aşılamayacağı üzerinde duruldu. Bu konuda süratle insiyiatif alınması gerektiği üzerinde fikir birliği oluştu. Bu hafta gerçekleşen G-7 toplantılarının en önemli gündem maddesi olarak bu konunu ön plana çıkmış olması, Davos toplantılarına katılanların ne kadar ciddiye alındığının bir göstrergesi olarak kabul edilebilir.

Yoksulluğun giderilebilmesi için öncelikle gelişmiş ülkelerin liderlerinin kendi ülke sınırlarını aşan bir vizyona sahip olmaları, ve yoksulluğun hüküm sürdüğü yerlerdeki altyapı yatırımlarına destek olmanın ve kendi pazarlarının bu ülkelere tamamen açmaları gerekiyor. Yoksulluğun yoğun olarak görüldüğü ülkeler ise özellikle eğitim, sağlık, kadın-erkek eşitliği ve iyi yönetişim ilkelerine uyum konusunda atılım yapmalılar.

Adil bir kürselleşme sürecinin hem gelir dağılımı konusunda iyileşmeler, hem de barış ortamı oluşturmak için en etkili araç olduğu belirlendi. Adil kürselleşmenin aynı zamanda demokratik katılım açısından da gelişme sağlyacağı ve dünyayı daha iyi yaşanır bir gezegen haline getirmek için gerekli olduğu üzerinde duruldu. Bu nedenle, dünya ticaret örgütü gibi küresel kurumlara önemli görevler düşüyor. Bu kurumların kararlarında dünyadaki güç dengelerinden ziyade küresel adalet duygularına ağırlık vermeleri, örneğin gelişmiş ülkelerin tarım sübvansiyonları karşısında net bir şekilde yer almaları önem taşıyor.

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önüne geçilecek adımlar bir an önce atılmazsa çok geç olabilir. Üstelik içinde yaşadığımız bu gezegenin geleceğini tehlikeye atmak, diğer bütün konularda ki gelişmeleri de önemsiz kılabilecektir. Bu nedenle, bu konuda kürsel bir girişime ve dünyanın her yöresindeki tüketicilerin duyarlılıklarının artırılmasına gerek var. Bu konuda ilerleme kaydetmenin yolu, teknolojik gelişeleri teşvik etmekten, devletin düzenleyici rölünün etkin olarak kullanılması ve mümkün olduğunca Pazar mekanizmalarına daynan çözümler üretilmesine ihtiyaç var.

Eğitim konusunda yapılacak atılımlar, hem ekonomik gelişme açısından, hem de diğer sorunların çözümü açısından hayati önem taşıyor. Özellikle, kadınların eğitimine önem verilmesi ve insanların teknoloji kullanma yetkinliklerinin geliştirilmesi öncelikler arasında yer alıyor. Eğitimde en önemli iki konu, fırsat eşitliği ve eğitim programlarının içeriğinin güncel gelişmelere ve toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda oluşturulması olarak ortaya çıkıyor.

Orta Doğu’da barışın tesis edilmesi sadece bu bölge için değil, aynı zamanda dünyanın güvenliği içinde önemli. Bu konuda Batılı devletlerin İsrail yanlısı olarak algılanması, önemli bir sorun olarak görülüyor. Özellikle adil bir hakemlik mekanizmasının oluşturulmasının önündeki en önemli engellerden birisi de bu algılama.

Dünyadaki sorunların boyutları kürsel bir nitelik kazandıkça, bunların çözümü için gerekli küresel yapıların da önemi artıyor. Ancak, kürsel kurumların hem karar mekanizmalarının yavaşlığı, hem de çözümden daha çok bu kurumların kuruluş dönemindeki güç dengelerinin ağırlık taşıyor olmaları bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle aşılması gereken en önemli sorunlar, ulusla çıkarların uluslararası kurumların çözüm üretme kapasitesini engellemesi ve bu kurumların bürokratik yapılarının hızlı karar mekanizmalarına dönüştürülmesi ve şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi ilkelerin ön plana çıkmasının sağlanması olarak belirleniyor.

Özetle, Davos’a katılan küresel liderler dünaynın en öncelikli sorunlarını ve bu sorunları aşmada dikkat edilmesi gereken unsurları bu şekilde görüyorlar. Önümüzdeki dönemde bu konuların çeşitli platformlarda daha detaylı olarak ele alınması ve çözümler üretilmesi hiç de şaşırtıcı olmamalı.

Katılım Demokrasinin Kalitesini Artırır

Uygulanmayan kararlar değer yaratmaz. Sahiplenilmeyen kararlar ise iyi uygulanamaz. Demokrasinin en önemli faydalarından biri de kararların katılımcı anlayışla alınmasını ve dolayısı ile iyi uygulanmasını sağlamaktır.

Önceleri toplum yaşamını etkileyen konular, oy hakkına sahip olanlar tarafından topluca karara bağlanırdı. Bu anlamıyla “katılımcı” olarak nitelenen demokrasi, giderek “temsili” demokrasiye dönüştü; çünkü katılımcı sayısı da, kararların karmaşıklığı ve çeşitliliği de artmıştı. Giderek, İsviçre örneğindeki gibi istisnai durumlar dışında temsili demokrasi ağırlık kazandı.

Ancak, temsilci çıkarları ile toplumsal çıkarların zaman zaman örtüşmemesi, eğitim ve iletişim alanındaki atılımlarla bilinçlenen kitlelerin toplumsal kararlara katılım isteğinin artması ve teknolojik gelişmeler XXI. yüzyılda bu trendi tersine çeviriyor: yeni bir şekle bürünen katılımcı demokrasi ağırlık kazanıyor. Uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri toplumsal kararların alınmasında seçilmişlerle birlikte rol alıyor.

Bu değişimi kavramadan ve benimsemeden kamu yönetiminde başarılı olmak her geçen gün güçleşecek. Bunun nedeni, uluslararası camia ve sivil toplum örgütlerinin, uyulması gerekli standartların ortaya konulmasında, kararlara dayanak olacak bilgilerin toplanıp yayılmasında, çözümler üretilmesinde ve en önemlisi katılımcı demokrasinin hayata geçirilmesinde hem zorlayıcı, hem de yardımcı olmalarında yatıyor. Uluslararası camia ve sivil toplum örgütlerinin rolünün seçilmişlerin ve/veya kamu kuruluşlarının yerini almak değil, katılımcı bir anlayışla onları desteklemek ve iyileştirmek için sorgulamak olduğu unutulmamalı.

Bu nedenle kamu politikaları oluşturulurken ve uygulanırken izlenecek sürecin belli ilkelere dayandırılması katılımcılığın hayata geçirilmesi için önem taşıyor. Örneğin, politikaların amacı mutlaka halkın refahını artırmak olmalıdır. Örneğin, AB Tüketici Politikası metninde “AB, tüm kararlarını tüketicinin refahını artırmak için alır” cümlesi yer alır. Ayrıca, politikalar herhangi bir kesimi aşırı derecede kayırmamalı, bu hedefin gözetilmesi için de şeffaf olarak kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Kanunlar ne yapılabileceğini değil; sadece ne yapılmayacağını belirtmelidir. Politika üretenler, demokratik katılıma açık oldukları kadar, bireysel hak ve özgürlükleri zedelememek kaydıyla “halk için, fakat halka rağmen” politika yapabilecek kadar da cesaret sahibi olmalılar.

Etkin bir uygulama süreci ve esneklik için üretilen politikalar, düzenleyici mevzuatlarla uygulamaya alınmalı, bu mevzuatlar da uygulamaya alınmadan önce taslak metin olarak kamuoyu ile paylaşılmalıdır. İkincil mevzuat (Tebliğ, tüzük, yönetmelik) sadece bürokrasi tarafından tek taraflı olarak değil, sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla hazırlanırsa uygulama etkinliği artar.

Sivil toplum kuruluşları aracılığı ile sağlanan katılımcılığın etkili olabilmesi için taslak metinler bilimsel araştırma ve çalışmalara dayandırılması, taslak oluşumunda kaynak olarak birden fazla araştırma ve yayın kullanılması gerekiyor. Sağlam temelli araştırmalara dayanan taslak metinler üzerinde yeterince görüş alış verişi sağlanabilmesi için ilgili tarafların ve kamuoyunun görüşüne açılmalı ve görüşler uygun ortamlarda şeffafça paylaşılarak sunulabilmelidir. Farklı görüşlerin dile getirildiği ortamlarda kararlar tarafların siyasi gücüne göre değil, akılcı yaklaşımla beslenen kanıtlarla verilmelidir. Bu nedenle, sivil toplum kuruluşlarının etkinliğini belirleyen en önemli unsurlardan birisi de politika oluşturma sürecine katkı sağlayacak bilimsel çalışmalar hazırlamalarıdır.

Uygulama, etkin ve adil olabilmesi için, tarafların uyum sağlayabileceği kadar uzun fakat politikanın uygulanmasını geciktirmeyecek derecede kısa süreli bir geçiş döneminden sonra başlatılmalıdır.

Özetle, katılımcı demokrasinin kalitesi, politika üretme sürecine sağlanan içerik kalitesiyle ve katılımın yaygınlığı ile artar.

Batı Küreselleşmeyi Kurban Edecek mi?

Küreselleşme her geçen gün hızını artırıyor. Küreselleşmenin en önemli destekçileri ise bu süreçte ekonomik büyümeden en büyük payı alan ABD ve AB. Küreselleşme sayesinde bu süreci erken kavrayan şirketler hem cirolarını, hem de karlılıklarını önemli ölçüde artırdılar. Bir çoğunun ekonomik etki alanı ülkelerinkini aşmaya başladı.

Kürselleşmenin en yaygın olduğu alan finans piyasaları. Günlük para hareketleri, dünya ticaretinin toplamının katlarıyla ifade ediliyor. Bu nedenle de dünyanın bir bölgesindeki bir olay, bir kriz, tüm dünya üzerindeki yatırımların (özellikle de kısa vadeli portföy yatırımlarının) yön değiştirmesine yol açabiliyor.

Yine küreselleşme nedeniyle, hammadde ve ürün piyasalarının arz-talep dengeleri bir ülkedeki yüksek talep nedeniyle, tüm dünyada değişimlere uğrayabiliyor. Örneğin, Çin’in yükselen talebi nedeniyle son senelerde demirçelik endüstrisi hem girdileri, hem ürünleri, hem de lojistik maliyetleri açısından büyük değişimler yaşıyor.

Küreselleşmenin eksik kalan boyutu ise insanların serbest dolaşımı boyutunda gözleniyor. Her ne kadar turizm amaçlı hareketlerde büyük gelişme varsa da, çalışmak için bir ülkeden bir diğerine gitmek uygulanan kısıtlamalar nedeniyle sınırlı kalıyor. Bu nedenle, özellikle servis endüstrileri küreselleşmenin dinamiklerinden soyutlanmış durumdaydı.

Ancak, teknolojik gelişmeler artık sadece üretimin değil, aynı zamanda servis sektörünün de başka ülkelere kaymasına yol açıyor. Örneğin, bilgisayar programlama işlerini Hindistan’a kayması, sağlık sektöründe doktorların hareketlerinin kısıtlandığı bir dünyada hastaların bu hizmeti ekonomik olarak veren ülkelere gitmeleri (Göz ameliyatları için AB vatandaşlarının Türkiye’ye gelmesi gibi), artık servis sektörlerinde çalışanların da küreselleşmenin etkilerinden soyutlanmasını güçleştiriyor.

Ekonomik anlamda küreselleşme, her faaliyetin daha ekonomik olarak gerçekleştirilebileceği yerde yapılmasını gerektiriyor. Ancak, ekonomiklik sadece işçilik ücretleriyle değil, aynı zamanda verimlilik ve yatırımların teknolojik olarak güncelliğinden de etkileniyor. Bugüne kadar ülkeler arasında serbest dolaşımın sınırlı olması, teknolojik üretim tesislerinin ABD ve AB’de yoğunlaşmış olması, ve bu ülkelerdeki işgücünün daha iyi eğitilmiş olması nedenleriyle bu ülkelerdeki saat ücretleri dünya ortalamalarının çok üstünde gerçekleşti.

Bu konudaki verilerde belirsizlikler olmasına rağmen ABD’de üretim hattında çalışanların ortalama maliyeti $21 seviyesinde, 30 gelişmiş ülke ortalaması $14 seviyesindeyken, Çin’de $1’ın altında seyrediyor. Ayrıca, geçen sene Çin’e giden yabancı sermaye tutarı, ABD’ye giden tutarı aştı. Bir başka ifade ile en son teknolojilerle yapılan üretim tesisleri Çin’e kayıyor. Hindistan’da bilgisayar programlama konusundaki eğitim seviyesi yüksek nüfus, ABD’dekinden çok.

Bu nedenle, yavaş da olsa, küreselleşme dünya üzerindeki ücret dengesizliklerini gidermeye başlıyor. Bileşik kaplar ilkesi çerçevesinde, küreselleşme ile anlamını yitiren sınırlar ortadan kalktıkça aynı işi aynı kalitede yapabilenler aynı geliri elde etmek durumunda kalacaklar. Çalışanlar arasında verimlilik farklarının azalması, yatırımların dünya üzerindeki yayılımında ekonomik olan ülkelere kayması yeni ücret dengelerinin kurulacağı seviyenin sıklet merkezinde (ağırlıklı ortalamada) kurulmasını gerektiriyor. Oysa, bugün ülkeler arasında aynı işi yapanların ücretleri açısından büyük uçurumlar var.

Küreselleşme bu uçurumları ortadan kaldırırken, sadece dünyanın fakir bölgelerinde çalışanların ücretleri yükselmeyecek, aynı zamanda Batı’daki ücret seviyelerinin de önemli ölçüde azalması gerekecek. Bu durum demokrasi ile yönetilen Batı ülkelerinde siyasetçileri çok zor durumda bırakacak. Çünkü, ücretlerin düşmesini önlemek, en azından geciktirmek için küreselleştirmeyi yavaşlatmak üzere baskılar oluşacak. Bunun sonucunda bugüne kadar sağladıkları gelişmenin temelinde bulunan verimlilik ilkesinin, popülizme kurban edilmesi, yabancı düşmanlığı, hatta dünya ülkeleri arasında yabancılaşma, suçlamalar ve savaşlar artabilir.

Kürselleşme sadece çalışanları değil, aynı zamanda emeklileri de etkileyecek. Sosyal güvenlik sistemlerinin açıkları düşen ücretlerle birlikte daha da önemli bir konuma gelecek. Ücret artışlarında toplumsal norm haline gelmiş olan “enflasyon artı” kavramı yerini “enflasyon eksi” kavramına bırakmak zorunda kalacak.

Gelişmiş ülkelerin vatandaşlarını daha iyi eğitmeleri ve yaratıcılık kapasitelerini geliştirmeleri gerekiyor. Batı’daki siyasetçilerinin popülizme boyun eğmeden vatandaşlarını yaşam standardını koruyabilmek için daha az değil, daha çok ve daha verimli çalışmaları; tüketen değil, yatırım yapan bir topluma dönüşmleri konularında ikna etmeleri ve oluşacak toplumsal baskılar sonucunda dünya üzerindeki verimliliği ve adaleti geliştiren kürselleşmeyi kurban etmemeleri acaba mümkün olacak mı?

ABD’nin Seçimi

Bu sene ABD’de sadece ABD’nin değil, aynı zamanda dünyanın da geleceğini etkileyebilecek bir başkanlık seçimi var. Ancak, böylesi önemli bir aşamada politik tartışmaların işin özüne girmiyor olması hem ABD, hem de dünya için endişe verici.

Dünyada ailelerin, şirketlerin, kurumların ve devletlerin yükselme dönemleri olduğu gibi, gerileme devirleri de oluyor. Gerileme devirlerinin başlangıcı ise genellikle güçte bir eksilmenin hissedilmesinden çok önce değerlerde uyumsuzluk ile tespit edilebiliyor. Bu uyumsuzluk da, ya başarılı aileleri, şirketleri, kurumları ve devletleri o başarıya taşıyan faktörlerin değişen şartlara uyum sağlamakta gecikmesinden, ya da kendilerini başarıya taşıyan değerlerin erozyona uğramasından kaynaklanıyor.

Bugün ABD dünyanın tartışmasız süper gücü. Üstelik kendisinden sonra gelenlerle arasındaki fark öylesine büyük ki, bugün hayatta olan insanların yaşam süreleri içerisinde bu konumunu koruyabilir. Ancak, unutulmamalı ki bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu da benzer bir konumdaydı. Düşüşü ise, yıkılmasından yüzyıllar önce başladı ve bu süreç tüm dünyada büyük savaşların, acıların yaşandığı uzun bir dönemi kapsadı.

Son dönemlerde ABD’de ABD’ni başarılı ve örnek kılan değerler erozyona uğruyor. Endişe verici durum ise bu konunun böylesi önemli bir seçim arifesinde yeterince tartışılmıyor olması.

Nedir ABD’yi bugünkü başarısına taşıyan değerler?: (i) insana ve insan haklarına saygı, (ii) herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu bir demokrasi, (iii) fikir özgürlüğü (basın özgürlüğü), (iv) girişim özgürlüğü, liberal ve rekabetçi bir ekonomi anlayışı, (v) kanun ve kurallara saygı ve uyum, (vi) liberal bir göç yasası ve anlayışı, ve (vii) inanç özgürlüğü.

Bu değerleri tavizsiz bir şekilde koruyamayan bir ABD, hem kendi gücünü, hem de dünyaya iyi örnek olma özelliğini yitirme sürecini başlatmış olur.

Son dönemlerde ABD bu önemli değerleri göz ardı eden yaklaşımlar sergiliyor. Örneğin, Guantanamo ve Abu Garib’deki tutuklulara yapılan muameleler ABD’nin insan haklarına duyarlılığı konusunda şüpheler uyandırmakta. Ayrıca, Uluslararası Ceza Mahkemesini tanımama konusundaki ısrar da bu konudaki gelişmelerin kontrol edilemeyen münferit olaylar değil, kendi vatandaşları dışındakilerin insan hakları konusunda duyarlı olunmadığını gösteren bir yaklaşım olduğu izlenimi veriyor.

Demokrasi konusundaki inanç, sadece ulus devletin sınırları içine hapsedildiği oranda, inandırıcı olmaktan uzaklaşıyor. Dolayısıyla, uluslararası kurumlardaki karar mekanizmalarında güçlü olanın haklı olduğu anlayışını sergileyen, kısa dönemli çıkarları uğruna demokratik olmayan iktidarları destekleyen bir ABD, demokrasi havarisi olma konusundaki inandırıcılığını zayıflatmaktadır.

11 Eylül saldırılarından sonra ABD tarafından uygulanan tek taraflı politikaların ABD basınında uzun süre tenkit edilememiş olması, ABD’nin fikir ve basın özgürlüğüne inancı konusunda güvenilirliğinin de azalmasına yol açtı. Daha on sene önce dünya vatandaşları tarafından güvenilir bulunan ABD televizyon kanallarının yerine, dünya başka kanalları izlemeye, internet üzerinden ulaşan bireysel haberlere daha çok güvenmeye başladı!!.

Dünya nüfusunun büyük kısmını oluşturan ülkeler ancak tarım, tekstil ve demir çelik gibi sınırlı sektörde rekabet gücü oluşturabiliyorlar. Bu sektörlerde ABD’nin serbest ticaret ortamını bozucu sübvansiyonları, kotaları, haklı olmadığı DTÖ tarafından da tescillenen anti-dumping vergileri gibi uygulamalar, ABD’nin girişim özgürlüğü ve serbest ticaret kurallarına bağlılığının sorgulanmasına yol açıyor. Üstelik, başta tarım olmak üzere çeşitli sektörlere verilen sübvansiyonlar, kota ve telafi edici vergiler, dünyanın daha rekabetçi olabilecek başka bölgelerinde fakirliğe ve açlığa yol açan adaletsiz uygulamalar olarak ortaya çıkıyor.

Kanun ve kurallara saygı, kurallara uymanın norm olması kadar, kuralların da adil olmasını gerektiriyor. Adil olabilmek, “kendimiz için ne istiyorsak, karşımızdaki için de onu isteyebilmek” demektir. Uluslararası uygulamalarda politik ve ekonomik gücü, adil olmanın önüne koyan bir ABD, dünyaya değerleriyle liderlik yapabilmekten de uzaklaşmış oluyor. Örneğin, dünyada kişi başına enerji kullanımında en müsrif ülke konumunda olan zengin ABD, Kyoto anlaşmasını kabul etmeyerek, küresel ısınmayı önleme konusundaki uzlaşmayı da önlemiş oluyor.

ABD’nin bilim ve teknolojide, yenilikçilikte lider konuma gelmesinin en önemli nedenlerinden birisi de yaratıcılığın dinamosu olan nitelikli mültecileri cezbedebilmesi ve farklılıkların bir arada yönetilmesini başarabilmesidir. Son dönemlerde kültürler arası farklılıkları bir zenginlik değil, bir zafiyet olarak görmeye başlayan, kendisini dışarıdan gelecek insan ve fikirlere kapatan bir ABD uzun dönemde bilimsel gelişme konusundaki liderliğini de tehlikeye atıyor olabilir!!.

Farklı inançları ve dinleri terörizmin kaynağı olarak görenlerin sayısının artması, farklı inançlardan gelenlerin seyahat serbestisinin sınırlanmaya (vize uygulamalarının güçleştirilmesi ve hoşgörü düzeyinin azalması nedeniyle) başlaması, ve yöneticilerin dini inançlarını ülke politikalarının belirlenmesinde belirleyici olarak kullanmaya başlamaları, ABD’deki inanç özgürlüğünün de zedelenmesine yol açabilir.

Özetle, insana ve özgürlüklere saygıyı unutmaya, veya kendi ülke sınırları içinde hapsetmeye eğilimi artan bir ABD, dünyaya değerleriyle liderlik yapabilme gücünü de yitirmeye başlıyor. Gelişmeler şeffaflaşan dünyada tutarsızlıkların sürdürülmesinin en azından ahlaki açıdan mümkün olamayacağının yeterince anlaşılmadığını gösteriyor. Sürdürülebilir bir gelişme ve dünya barışı için kararlarının başkalarını nasıl etkilediğini iyi anlayan ve kendisini bencillikten arındıracak bilgelik düzeyine erişen bir ABD’ye ihtiyaç var.

ABD’nin seçimi, Bush ve Kerry arasında değil, ABD’yi ABD yapan değerlerle, kısa vadeli çıkarlar arasında olmalıdır. Dünyaya liderlik yapacak konumda olan ABD, seçimini yaparken sadece kısa vadeli çıkarlarını nasıl koruyacağını değil, aynı zamanda dünya vatandaşlarının gönlünü kazanan değerlerine nasıl sahip çıkacağının da hesabını yapmalıdır. Bu nedenle, her iki adayın da bu değerleri küresel boyuttaki uygulamalarına nasıl yansıtacakları, ABD’deki politik tartışmanın esasını oluşturmalıdır. Bu konudaki seçim, hem ABD’nin, hem de dünyanın geleceğini şekillendirecektir.

Zihinlerdeki Sınırları Aşmak

Günümüzde büyümenin önündeki en önemli engel ülke sınırları değil, zihinlerdeki sınırlar. Ekonomik ve teknolojik gelişmelerle gelen küreselleşme, ülke sınırlarının önemini azaltıyor. Sadece ekonomik olarak değil, kültürel olarak da beğenilen ve değer yaratan ürünler, sadece üretildikleri ülkede değil, aynı zamanda tüm dünyada talep görebiliyorlar.

Ancak, değer ve beğeni yaratmak üretim aşamasından önce daha tasarım aşamasında pazara küresel bir bakış açısıyla bakmayı gerektiriyor. Ürün markasının kolay telaffuz edilmesinden, farklı kültürlerde yanlış anlamaya sebep olmayacak anlam içermesine kadar bir çok aşamayı baştan düşünmek, yapılacak yatırımların rekabetçi olması açısından önem taşıyor.

Bugün Türkiye, ihracatı $50 milyarı aşan ve dünyanın en büyük 18. ekonomisi olan bir ülke olarak bölgede önemli bir fırsat yakalamıştır. Türkiye, Balkanların, Kafkasların ve Orta Doğunun ekonomik merkezi olabilecek konumdadır. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için hem dış politika anlayışımızı bölge ülkelerinin liberal ekonomiye ve demokrasiye geçişini aktif olarak destekleyecek şekilde yönlendirmeli, hem de iş dünyası olarak bakış açımızı ülke sınırları ile sınırlandırmayarak çevremizdeki 300-400 milyonluk bir pazarı hedefleyecek şekilde geliştirmeliyiz.

Toplam dış ticareti içerisinde komşularıyla yapılan ticaretin oranı olarak dünyanın belki de en düşük oranına sahip ülkelerinden biri olan Türkiye’nin gelişme potansiyeli gerçekten yüksek. “Yurtta sulh, Cihanda sulh” doktrinini “İçe odaklı, komşularla sınırlı ilişki” bir anlayış olarak algılamamalıyız. Komşuları, iç huzur açısından tehdit olarak değil, gelişme potansiyeli yüksek, ekonomik ve kültürel açıdan doğal bir pazar olarak görebilmek, tüm bölgenin refah düzeyini ve barış potansiyelini geliştirecektir.

Kuzey Irak’ın, Suriye’nin, Ermenistan’ın, Gürcistan’ın, Kıbrıs ve On iki adanın ekonomik açıdan gelişmesini sağlamak üzere yapılacak girişimler, Türkiye’nin de gelişmesini tetikleyecektir. Bu gelişme özellikle de gelişmeye daha çok ihtiyaç duyduğumuz bölgelerde gerçekleşecektir. Rusya ve İran ile geliştirilecek ekonomik ilişkiler, güvenlik boyutuna da olumlu yansıyacak ve karşılıklı fayda sağlayacak bir yaklaşım olacaktır.

Günümüz ekonomilerinde, şirket değerlerini belirleyen önemli parametrelerden biri de hizmet verilen müşteri sayısıdır. Türkiye’nin çevre ülkelerinde büyük pazarlar var. Bu ülkelerdeki şirketlerin değerleri düşük. Bizim bu ülkelerle hem kültürel yakınlığımız hem de onların geçirmesi gereken ekonomik transformasyon konusunda deneyimimiz var. Bu durum, Türk şirketlerine bir fırsat sunuyor: Henüz global oyuncuların ele geçirmediği bu pazarlarda hızla büyümek…

Global piyasalarda oyuncu olabilecek boyuta gelmeyi hedefleyen Türk şirketleri, bu fırsatı yakalayarak hızla hayata geçirmeli. Bugün Türkiye’nin en başarılı şirketleri arasında sayılan Efes, Enka, Migros (Ramstore) ve Ülker gibi şirketler yatırımlarını ve yaklaşımlarını bu anlayış ile gerçekleştirmektedirler.

Başarılı örneklerden ders almak, öğrenmenin ve gelişmenin temelidir. Çevremizin güç kaynağı olduğunu ve global oyuncu olabilmek için bu potansiyeli süratle hayata geçirme gereğini iyi anlamalıyız. Başarının anahtarı sadece ülke sınırlarını değil, aynı zamanda zihinlerdeki sınırları da aşmaktan geçiyor.

Güçlü Olan Kazanır

Ülkelerin saygınlığı ve refah düzeyi rekabet gücü ile belirleniyor. Davranışlarını tutarlı ilkelere dayandıran ve güçlü olan ülkeler uluslararası konularda da başarıyı yakalıyorlar. Bu nedenle, öncelikli olarak rekabet gücümüzü artırmayı ulusal bir hedef haline getirmeliyiz.

Örneğin, askeri güç açısından diğer ülkelere kıyaslandığında önemli bir güç farkına erişmiş olan A.B.D., Irak’a müdahalede uluslararası kurumların onayına ihtiyaç duymadan doğru bildiği yolda harekete geçebildi. Ancak, aynı A.B.D., ekonomik olarak da lider konumunda olmasına rağmen, ekonomik boyut açısından benzer bir fark oluşturamadı. Bunun sonucunda da tek taraflı olarak serbest piyasa ekonomisi ilkelerine aykırı bir davranış ile, demir-çelik sektöründe aldığı korumacı önlemlerden geri adım atmak zorunda kaldı. Çünkü, benzer bir ekonomik büyüklüğe sahip olan AB’nin, Dünya Ticaret Örgütü’nü de etkin olarak kullanarak, A.B.D.’ye karşı yaptırım kullanma tehdidi, A.B.D.’nin bu korumacı önlemden vazgeçmesini sağladı. Kim kazandı? sorusunun cevabı serbest piyasa ekonomisi ilkeleri ve uluslararası örgütlerin saygınlığı şeklinde verilebilir.

Dünyada rekabet gücü açısından yükselen ülkelerin en önemlisi, Çin. Örneğin, tekstil ihracatı göz önüne alındığında A.B.D. pazarında kotası kaldırılan ürünlerde Çin’in Pazar payı 2001 yılındaki %9 oranından, 2002 sonunda %31’e, 2003 sonunda ise %65’e ulaşıyor. Gelecek sene ise bu oranın %75’e çıkması bekleniyor. Önümüzdeki iki sene içinde A.B.D. tekstil pazarında $42 milyar dolarlık ithalatın Çin’e döneceği tahmin ediliyor. Buradan Türkiye’nin payına düşen kaybın ise $1.3 milyar seviyesinde olması bekleniyor. Bugüne kadar tekstil sektörü ile ilgili görüşmelerde son derece katı tutum takınan A.B.D., bugünlerde yeni bir açılım ile bu $42 milyar dolarlık ihracatı yapan diğer ülkelerle anlaşarak 2005 yılında devre dışı kalacak olan kota rejimini 2008 yılına kadar uzatma girişimlerinde bulunuyor. Bu girişimler zaman kazandırsa da, esas olanın rekabet gücü olduğunu unutmamalıyız.

1980’lerde Japon mallarının A.B.D. piyasasında elde ettikleri üstünlüğü ve yüksek Pazar paylarını Japonya’nın sübvansiyonları argümalarıyla açıklamak ne kadar hatalı ise, bugün de Çin’in rekabet gücünü devler sübvansiyonları ile açıklamak o kadar yanlış olur. Daha sonraları açıkça ortaya konduğu gibi 1980’lerde Japon üstünlüğü Toplam Kalite Yönetimi konusundaki etkin uygulamalardan kaynaklanıyordu. A.B.D.’de Malcolm Balridge, AB’de ise Avrupa Kalite Vakfı ödülleriyle sağlanan özendirmelerin de etkisiyle bu konudaki açık kapanmaya başlayınca, Japon üstünlüğü de kalmadı. Dolayısıyla, Çin’in rekabet gücünün nereden kaynaklandığını da iyi irdelemeliyiz.

Çin geçen sene yabancı sermaye açısından A.B.D.’yi bile geride bıraktı. Son dönemde en yeni teknolojilerin uygulandığı bir çok üretim tesisi yatırımı Çin’de yapıldı. Üstelik, ucuz iş gücü piyasasından şikayet edilen Çin’de son dönemdeki gelişmeyi sağlayan ekonomiye katılan nüfusun toplam nüfusa oranı 1/3’ün altında. Bir başka ifade ile, bu ucuz iş gücü piyasası daha üç misli büyümeden, ucuzluğu giderilemeyecek! Belki de, serbest piyasa ekonomisi, dünyadaki gelir dağılımı adaletsizliğinin de giderilmesi için bir araç oluyor.

Bu gelişmeler Çin’in liderlerine de özgüven aşılıyor. Artık yeni Çin liderleri bölgesel ve küresel serbest ticareti sağlayacak girişimlerde bulunuyorlar. Dünya kamuoyunu etkileyecek düzeyde açıklık sergilemekten kaçınmıyorlar.

Biz de, krizlerden kurtuluyor olmayı yeterli bir başarı olarak görmemeli ve rekabet gücümüzü süratle iyileştirmeliyiz. Bu nedenle, bir yandan dünya ile rekabet edebilecek esneklikte bir iş gücü piyasası oluştururken, diğer yandan da katma değeri yüksek alanlara yoğunlaşmayı sağlamalıyız. Atatürk’ün dediği gibi “Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşama yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş uluslar, önce haysiyetlerini, sonra kimliklerini ve daha sonra hürriyetlerini kaybetmeye mahkumdurlar.”

Küresel NATO

Devletin en önemli rolü güvenlik ve istikrar sağlamak. Özellikle 11 Eylül’den sonra küresel tehdit algılamasında önemli değişimler yaşanıyor. Artık savaş açmak için insanların bir devlet olarak örgütlenmelerine ihtiyaç kalmadı. Kimliği, sınırları ve gücü belirsiz (terörist olarak nitelendirilen) topluluklar da dünyanın en güçlü silahlı kuvvetlerine sahip bir devlete savaş açabiliyorlar!

Örgütlü suç şebekeleri, uyuşturucu, silah, insan ve organ ticaretinde küresel boyutlar kazanıyor. İnsanlık, kimyasal, biyolojik ve nükleer kitle imha silahlarının tehdidi altında. Gelecekte, insanlığın uzaydan gelebilecek tehditlere karşı tedbir alması gerekebilecek.

Tehditlerin küreselleşmesinin ortak kök nedenleri var:

(i) Teknolojiye ulaşımın kolaylaşması. Büyük devletler teknolojik gelişmeler sonucunda birçok konudaki tekellerini kaybetmeye başladılar (biyolojik silahlar gibi), birçok diğer alan da ise uluslararası anlaşmalarla üstünlüklerini korumaya çalışıyorlar (nükleer silahlar gibi).

(ii) Dünya üzerindeki dengesizlikler. Dünya üzerinde yaşayan insanların yaklaşık beşte biri günde $1 gelirle yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor, yaklaşık yarısı ise günde $2 ile idare ediyor. Dünyanın etkin devletleri her yıl silah harcamaları için $600 milyar harcarken, tarım sektöründeki vatandaşlarına $300 milyar sübvansiyon verirken, az gelişmiş ülkelere yaptıkları yardımların toplamı $60 milyarı bulmuyor. Üstelik nüfus artış hızlarına bakıldığında gelişmiş ülkelerdeki insanların oranı düşüyor.

Bir başka dengesizlik örneği, hayatın temelini oluşturan suyun kullanımında ortaya çıkıyor. Ortalama bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için günlük 5 litre, temizlik, yemek pişirme gibi diğer yaşamsal faaliyetler de göz önüne alındığında günlük 50 litre suya ihtiyacı vardır. Oysa bir A.B.D. vatandaşı günde 250-300 litre su tüketirken, dünyada her beş insandan biri güvenli içme suyuna erişememekte ve her yıl 5 milyondan fazla kişi (tüm savaşlarda ölenlerin 10 katı) susuzluğun yol açtığı hastalıklardan ölmektedir. Benzer bir durum dünya enerji kullanımı konusunda da geçerli. Küresel ısınmaya en çok katkı yapan ve en ucuz enerji kullanımına sahip ülkelerden biri olan A.B.D.’nin Kyoto Protokoluna katılmaması tepki çekiyor.

(iii) İletişim teknolojilerindeki gelişmeler. Herkesin, her yerde bilgiye erişebilme yeteneğinin artması, birçok dindeki “Tanrı her şeyi görür” anlayışının, “Küresel toplum her şeyi görür” şeklinde yansımasını getiriyor. CNN’de verilmeyen bilgi, El Cezire TV’de; orada bulunmayan bilgi, internet aracılığıyla anında geniş kitlelere ulaşıyor. Dolayısıyla, gerek kişisel, gerek kurumsal, gerekse toplumsal gizlilik ortadan kalkıyor. Bilgiye sahip olanların bu durumdan faydalanarak üstünlük elde ettikleri dönemler kısalıyor. İstesek de istemesek de, teknolojik gelişmeler ve demokrasi anlayışıyla gelen düşünce özgürlüğü yönetimde şeffaflığı artırıyor. Artan şeffaflık ise toplumları hem içe, hem de dışa yönelik politikalarda tutarlı olmaya yöneltiyor.

Özetle, ne kadar güçlü olurlarsa olsunla devletler, küreselleşen tehditlerle tek başlarına başa çıkamayacaklar. Dolayısıyla, küresel tehditlerle başa çıkabilmek için küresel boyutta örgütlenmek gerekiyor.

Soğuk savaş döneminde örgütlenen NATO, kendisini bu yeni ortamda yenileyerek küresel bir güvenlik sistemine dönüştürebilir mi? Bunun için öncelikle toplumsal yaklaşımlarımızda ve zihinlerde önemli bir değişim gerçekleştirmeliyiz.

1. Artık güvenlik sadece silahlı kuvvetlerce sağlanabilecek bir hizmet değil. İnsanların karşılıklı bağımlılığının arttığı bir ortamda, ağların güvenliği bu ağlara üye olanların hepsinin sorumluluğundadır. Dolayısıyla, tehditlerin ve savunma stratejilerinin gizli tutulması yerine, herkesin tehdit duyarlılığının ve savunma sorumluluğunun artırılması gerekiyor.

2. Bu nedenle, devletlerin güvenliği sağlayabilmek için kendi örgütlenmesi içindeki çeşitli birimlerin güvenlik sorumluluğunu paylaşmaları gerekiyor. Örneğin, sağlık bakanlığının, belediye hizmetleri sunanların telekomünikasyon hizmetlerini düzenleyen ve denetleyen birimlerin güvenlik konusunda ortak çalışma becerisine ulaşmaları gerekiyor.

3. Sağlıklı bir güvenlik sisteminin iş dünyasına ve sivil toplum örgütlerinin de desteğine ihtiyacı var. Bu nedenle strateji ve politikaların oluşturulma sürecinden, iletişim sürecine kadar birçok boyutta işbirliği anlayışının benimsenmesi gerekiyor.

4. Küresel tehditlerle baş edebilmek için küresel boyutta, tutarlı ve meşru hukuk ve yönetim sistemlerine ihtiyaç olduğunu kabullenmek ve bu niteliklere sahip bir yapılanmaya yeterli düzeyde yetki ve sorumluluk devrinin yapılması gerekiyor.

Küresel boyuta tutarlı olabilmek, birçok temel değerin uygulanmasında insanlığın zor kararlar vermesi anlamına gelecektir. Örneğin, ülkeler bazında savunduğumuz demokrasinin her insana eşit bir oy ilkesi, küresel sistemin meşruiyeti için de geçerli olabilir mi? Yoksa, büyüklüğü ne olursa olsun, uluslararası sistemde her devletin oyu eşit mi olmalıdır? Ya da, devletler askeri güçleri ağırlığında oy mu kullanabilmeliler? Veya, devletlere ve/veya şirketlere ve/veya insanlara ekonomik ağırlıkları doğrultusunda oy hakkı mı verilmeli? Peki, zaman içinde bu konulardaki ağırlık değişiklikleri, küresel yönetim sisteminin meşruiyetini korumak için nasıl değişmeli?

Bir başka yaklaşım, askeri ve teknolojik olarak diğer devletlerle arasındaki farkı açmış olan A.B.D.’nin küresel konularla ilgili kararların verilmesinde ve uygulanmasında tek başına hareket etmesi olabilir mi? Böyle bir durumun geçerli olması durumunda, küresel meşruiyet kazanmak üzere A.B.D. başkanlık seçimlerinde, (seçilecek başkanın küresel konular üzerindeki ağırlığı göz önüne alınarak) oyların belli bir kısmı, örneğin %20’si, diğer ülkelerin vatandaşları tarafından verilebilir mi?

İkinci dünya savaşından sonra kurulan Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve NATO gibi uluslararası kurumlar yeni dünya gerçekleri çerçevesinde hem karar alma ve uygulama becerilerini, hem de meşruiyetlerini yitirmeden yeniden yapılanacaklarsa, bu tip soruların şeffaf bir süreç içinde çözümlenmesi gereklidir. Genişleme sürecindeki AB’nin de yeni anayasa oluşturması, benzer soruların üstü kapalı olarak cevaplandırıldığı ve mevcut dengeleri korumaya çalışan bir süreç ile değil, bu nitelikteki soruların açık ve şeffaf bir biçimde çözümlenmesi ile kalıcı bir tutarlılığa kavuşabilecektir.

NATO geçmiş deneyimleri, karar verme altyapısı, ortak lisan geleneği, güçlü yatırımları, ve barışı sağlama konusundaki birikimi ile küresel güvenlik sağlamak için meşru bir zemin oluşturmaya adaydır. Ancak, NATO’nun misyonunun küresel bir boyut kazanabilmesi için karar mekanizmalarının da küresel bir boyut kazanması gereklidir. Örneğin, Hindistan ve Çin’in karar mekanizmalarına katılmadığı bir kurumun küresel meşruiyet kazanmak konusunda önemli zaafları olacağı unutulmamalıdır.

Özetle, günlük hayatımızı ilgilendiren konular küresel bir nitelik kazandıkça, yönetim sistemlerimiz ve bakış açımız da küresel bir boyut kazanmalı. Küçülen dünyada çevremizdekilerin sorunlarının bizim de sorunlarımız olacağı bilinci oluşmalı. Bu nedenle, her boyutta iyi yönetim ilkelerinin hayata geçmesini talep etmeliyiz.

İyi yönetim, tutarlı davranışlarla karşılıklı güvenin oluşturulmasına dayanır. İyi yönetim, gerçek adalet duygusunun yansıtıldığı bir bilgelik gerektirir. Anadolu geleneğinde çok önemli bir yeri olan tasavvuf felsefesi bu konuda bize önemli ipuçları veriyor. Hoşgörü ve ahenge dayanan bu anlayışa göre iyi yönetim aslında kendimizi yönetmek demektir. İyi yönetim kendimizi korkularımızdan kurtarmak, gözlerimizi ve yüreklerimizi yeni perspektiflere açmak ve “kendimiz için ne istiyorsak, karşımızdaki için de onu isteyebilmek” demektir.

Esas olan, insanların kendi geleceklerini biçimlendirmede söz sahibi olması, küresel karar alma süreçlerine katılabilmesidir. Modern çağın insan hakları ve demokrasi kavramlarının içeriği budur. Yönetim kavramından, katılımı ve karşılıklığı ifade eden “yönetişim” (governance) kavramına geçişin temelinde de bu dönüşüm var.

Sürdürülebilir bir gelişme ve dünya barışı için aldığımız kararların başkalarını nasıl etkilediğini iyi anlamalı ve kendimizi bencillikten arındıracak bilgelik düzeyine erişmeliyiz. Bu yöndeki girişimlerde ve çalışmalarda bireylere, sivil toplum örgütlerine, iş dünyasına, devlet adamlarına ve uluslararası kurumların yöneticilerine önemli görevler düşüyor.

NATO gibi çok önemli değerlere sahip ve küresel güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol almaya aday bir kurumun geleceğini Türkiye’de tartışırken, bu topraklarda gelişmiş “kendimiz için ne istiyorsak, karşımızdaki için de onu isteyebilmek” felsefesinin küresel yönetim anlayışına yansıtılmasını sağlamayı başarabilirsek, küresel güvenliğin sağlanmasına önemli bir katkı yapmış oluruz.

Küresel Vatandaşlık Müfredatı

Teknoloji gelişip, dünya küçüldükçe ve dünya nüfusu arttıkça belki hiçbir zaman göremeyeceğimiz insanlarla karşılıklı bağımlılığımız artıyor. Avrupa’daki yüksek aerosol kullanımı, Şili’de ozon tabakasının incelmesine ve kanserin artmasına yol açıyor. Brezilya’daki yağmur ormanlarının tahrip edilmesi, global ısınmaya ve bazı turizm cenneti adaların sular altında kalmalarına neden oluyor. İsviçre’deki bir teknolojik gelişme, Türkiye’de yaşam kalitesini etkiliyor. Amerika’da verilen 300 oy, Ortadoğu’daki barış sürecini etkiliyor.

Dolayısıyla, dünya vatandaşı olmanın hak ve sorumluluğunu kavrayan insanların sayısını artırmadan, birçok küresel sorunla başa çıkabilmek de güçleşecek. Oysa, dünyadaki eğitim sistemleri gençlere insan olmanın, dünya vatandaşı olmanın hak ve sorumluluklarını yeterince işlemiyor.

Atina’da demokrasi ilk kurulduğunda oy verme yetkisi sadece belli özelliklere sahip insanlara verilmişti. Toplum yaşamını etkileyen konular, oy hakkına sahip olanlar tarafından topluca karara bağlanırdı. Bu anlamıyla “katılımcı” olarak nitelenen demokrasi, giderek “temsili” demokrasiye dönüştü; çünkü hem herkese oy hakkı verilmesi, hem de nüfusun artmasıyla birlikte katılımcı sayısı da, kararların karmaşıklığı ve çeşitliliği de artmıştı. Giderek, İsviçre örneğindeki gibi istisnai durumlar dışında temsili demokrasi ağırlık kazandı.

Ancak, temsilci çıkarları ile toplumsal çıkarların zaman zaman örtüşmemesi, eğitim ve iletişim alanındaki atılımlarla bilinçlenen kitlelerin toplumsal kararlara katılım isteğinin artması ve teknolojik gelişmeler XXI. yüzyılda bu trendi tersine çeviriyor: yeni bir şekle bürünen katılımcı demokrasi ağırlık kazanıyor. Uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri toplumsal kararların alınmasında seçilmişlerle birlikte rol alıyor.

Bugün küresel konularla ilgili karar alma mekanizmalarına baktığımızda bu mekanizmaların ne kadar demokratik olduğunu belirlemek güç oluyor. Çünkü, karar alma birimi birey değil, ülke. Üstelik bazı ülkeler sadece nüfuslarının verdiği ağırlıkla değil, başka özellikleriyle de ağırlık kazanıyorlar.

Örneğin, sınırlı sayıdaki ABD vatandaşının oyu (Ermeni asıllı olanlar) 70 milyonluk Türkiye’yi etkileyebiliyor. Yunanistan’ın AB içindeki konumu ile elde edebildiği ağırlık, Çin’in etkinliğinin üstüne çıkabiliyor.

Bu dengesizlikler belli bir zaman içinde her insanın bir oy hakkı ile temsil edilmesi yönünde değişebilir.

Ancak, bilgi düzeyi yetersiz ve/veya yönlendirilmiş bilgilerle yüklenmiş insanların birer oy hakkı ile katılımı, küresel konulardaki kararların ne kadar sağlıklı olacağı konusunu açıkta bırakıyor. Acaba, demokrasinin ilk aşamalarında Atina’da olduğu gibi oy hakkı belli bilgi düzeyine sahip olanlara mı verilmeli?

Bence, günümüzde oy hakkını sınırlamak, veya belli bir ülkenin vatandaşlarına daha yüksek söz hakkı vermek, insan hakları açısından savunulması güç olgulardır.

Dolayısıyla, her dünya vatandaşının daha iyi eğitilmesi küresel bir öncelik haline gelmelidir.

Çünkü, gelişen teknolojilerle gün geçtikçe küçülen bir dünyada öne çıkan ‘Dünya Vatandaşlığı’ kavramı her birimize kişisel ve toplumsal sorumluluklar yüklüyor.

Küresel dengenin sürdürülebilmesi için çevremizdekilerin sorunlarına ilgi duyma ve onlara yardım etme sorumluluğunun tüm insanlar tarafından benimsenmesi gerekli. Bu sorumluluğu yerine getirmezsek dünyanın geleceğini tehlikeye attığımızı iyi anlamalıyız.

Son yirmi senede gelişmiş ülkelerle fakir ülkeler arasındaki gelir dağılımı uçurumu, ülkelerin kendi içindeki gelir dağılımlarından daha çok bozuldu. Küçülen dünyada çevremizdekilerin sorunlarının bizim de sorunlarımız olacağı bilinci maalesef yeterince oluşmadı.

Üstelik, dünyadaki eğitim sistemlerine baktığımızda bunların ulusal nitelikte olduğunu ve özellikle de milliyetçiliği vurguladığını görüyoruz. Oysa, Einstein’ın da dediği gibi “Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. İnsanlığın suçiçeğidir milliyetçilik.”

Bu nedenle, sağlıklı küresel karar alma mekanizmalarının aynı zamanda adil olmasını sağlamak için okul müfredatlarının ‘Dünya Vatandaşı’ yetiştirecek şekilde yeniden düzenlenmesi gerekiyor.

Küresel barış için, insan haklarının herkesçe yaşanabilmesi için, küresel demokrasi için, hoşgörünün ve insanların karşılıklı bağımlılığının öğretildiği bir müfredata ihtiyaç var.

Bu konudaki küresel bir girişimin öncüsü, hoşgörü kültürünün anavatanı Türkiye olamaz mı?

Küresel Konulara Yaklaşım

Dünyada birçok konuda gözlenen değişim hızı gün geçtikçe artıyor. Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, demokrasi ve piyasa ekonomisi kavramlarının yaygınlaşması, ve dünya üzerinde yaşayan insan sayısındaki artışlar insanların karşılıklı bağımlılığını da artırıyor.

Yaşam kalitemizi artırmak istiyorsak, dünyayı yavaş yavaş tehdit eden konulara ortak çözümler üretmek için birlikte çalışma anlayışını hayata geçirmeliyiz.
Küresel konular günlük hayatımızı çok yakından etkiliyor. Çocuklarımızın hayatlarını ise daha da yakından etkileyecek.

Dünya’nın bir bölgesindeki aşırı enerji kullanımı, küresel ısınma nedeniyle bir başka bölgesinde sellere yol açabiliyor. Afrika’da olduğu için önem verilmeyen bir hastalık, Amerika’da korkulu bir salgın haline gelebiliyor. Çin’de gelişen bir diğeri Kanada ekonomisini etkileyebiliyor.

Batıda geliştirilen yeni genler dünyanın uzak köşelerindeki farklı tarımsal türleri ortadan kaldırabiliyor. Dünyanın bir bölgesindeki aşırı avlanma hayat eğrilerinin bir kısmında o bölgeden geçen hayvan türlerinin yok olmasına, dolayısıyla dünyanın diğer bölgelerindeki dengelerin bozulmasına yol açabiliyor.

Brezilyadaki yağmur ormanlarının yokedilmesi veya ozon tabakasının delinmesine yol açan ürünlerin Amerika’da aşırı kullanımı dünyanın yaşam kaynağı olan oksijen dengesinin bozulmasına yol açabiliyor.

On yılda 5 milyardan, 8 milyara çıkan dünya nüfusu su kaynaklarının kirlenmesine, veya yetersizliğine yol açabiliyor. Tarımsal alanlarda erozyonun önlenememesi açlık sorununun daha da büyümesine yol açabiliyor.

“Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın” anlayışı ile desteklenen bir terörist, zaman geliyor destekçisini vurabiliyor. Farklı inanç ve düşüncede olanların ezilmesi ve dışlanması, küresel barışı tehdit eden tepkilere yol açabiliyor.

İnsanların birçok faaliyet alanı için kısıtlayıcı olan ülke sınırları küresel teknolojilerden faydalanarak işbirliğini geliştiren mafya için önemsizleşiyor. Yolsuzluklara karşı verilecek savaş kuralların oluşturulmasında ve uygulanmasında tutarlı yaklaşımların sergilenmesini gerektiriyor.

Dünyadaki insanlarin beşte biri günde $1 doların altında gelirle aşırı fakirlik düzeyinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Günde $2 doların altında gelire sahip olanlar ise dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturuyor.

Gelişen teknolojilerle gün geçtikçe küçülen bir dünyada öne çıkan `Dünya Vatandaşlığı` kavramı her birimize kişisel ve toplumsal sorumluluklar yüklüyor.

Son yirmi senede gelişmiş ülkelerle fakir ülkeler arasındaki gelir dağılımı uçurumu, ülkelerin kendi içindeki gelir dağılımlarından daha cok bozuldu. Küçülen dünyada çevremizdekilerin sorunlarının bizim de sorunlarımız olacağı bilinci maalesef yeterince oluşmadı.

Diğer taraftan, dünyadaki birçok kuruluş küresel bir nitelik kazanırken, oyunun kurallarında farklılıkların oluşması kuralları da manasız kılıyor. Gen mühendisliği, bioteknoloji ürünleri, e-ticaret, rekabet kuralları, ortak vergilendirme gibi kurallarda ülkeler arsındaki tutarsızlıklar bu kuralların işlerliğini yitirmesine yol açıyor.

Bu gibi sorunların çözümü; uzayın ve okyanusların zenginliklerinin insanlık için kullanılması, insanlığın uzlaşı içinde birlikte hareket etmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla, günlük hayatımızı ilgilendiren konular küresel bir nitelik kazandıkça, yönetim sistemlerimiz ve bakış açımız da küresel bir boyut kazanmalı.

İyi yönetim, tutarlı davranışlarla karşılıklı güvenin oluşturulmasına dayanır. İyi yönetim, gerçek adalet duygusunun yansıtıldığı bir bilgelik gerektirir. Anadolu geleneğinde çok önemli bir yeri olan tasavvuf felsefesi bu konuda bize önemli ipuçları veriyor. Hoşgörü ve ahenge dayanan bu anlayışa göre iyi yönetim aslında kendimizi yönetmek demektir. İyi yönetim kendimizi korkularımızdan kurtarmak, gözlerimizi ve yüreklerimizi yeni perspektiflere açmak ve “kendimiz için ne istiyorsak, karşımızdaki için de onu isteyebilmek” demektir.

Esas olan, insanların kendi geleceklerini biçimlendirmede söz sahibi olması, küresel karar alma süreçlerine katılabilmesidir. Modern çağın insan hakları ve demokrasi kavramlarının içeriği budur. Yönetim kavramından, katılımı ve karşılıklığı ifade eden “yönetişim” (governance) kavramına geçişin temelinde de bu dönüşüm var.

Böyle bir katılımcı yönetim anlayışının en önemli önkoşullarından biri de geniş kitlelerin, hayatlarını etkileyen gelişmelere ilgi duymaları, ilgi duymaları için bilgilenebilmeleri, bilgilenmeleri için de gerekli araçlara sahip olmalarıdır. Bunun için bilgi çağına dahil olmaları, bilgi teknolojilerine ulaşabilmeleri gerekir. Bunu gerçekleştirecek yolları bulmak, gerekli adımları atmak da küresel bir sorumluluktur. Tek tek ülkeleri aşan, bir bütün olarak uluslararası topluluğun üstlenmesi gereken bir sorumluluktur.

Sonuç olarak, sürdürülebilir bir gelişme ve dünya barışı için aldığımız kararların başkalarını nasıl etkilediğini iyi anlamalı ve kendimizi bencillikten arındıracak bilgelik düzeyine erişmeliyiz. Bu yöndeki girişimlerde ve çalışmalarda bireylere, sivil toplum örgütlerine ve bu yeni siyaset anlayışını benimseyen politikacılara önemli görevler düşüyor.

İyi Yönetişim

Ülkemizin sürdürülebilir gelişmesini sağlayabilmek için gerek vatandaşlar, gerekse siyasiler dünyada gelişmekte olan “yönetişim” kavramını iyi anlamalı ve hayata geçirmeli. Yurttaşlar ile merkezi kamu yönetimi arasındaki ilişkilerin yeniden şekillendirilmeye başlandığı günümüzde “Yönetim” kavramı da değişime uğruyor. Bu yeni “yönetim” anlayışı, içerdiği “karşılıklı etkileşim” anlamından ötürü Türkçe’de yerini “Yönetişim” olarak buluyor.

“Yönetişim” kavramı, bir tarafın diğer tarafı yönettiği bir ilişkiden, karşılıklı etkileşimlerin öne çıktığı bir ilişkiler bütününe doğru dönüşümü ifade ediyor. Yönetişim, toplumların, faaliyetlerini yönetmek amacıyla kullandığı politik, ekonomik ve yönetsel iradedir. Yurttaşların, grupların ve toplulukların, ortaklaşa karar alma ve uygulamada, çıkarlarını dile getirme, yükümlülüklerini karşılamada ve çatışma noktalarının çözümünde kullandıkları mekanizmaları, süreçleri ve kurumları kapsar. Bu anlamda Yönetişim, toplumsal aktörler arasında ve toplumsal aktörlerle kamu yönetimi arasındaki karşılıklı etkileşimin niteliğine işaret etmektedir.

İyi yönetişimin gerektirdiği temel öğeler, şeffaflık, açıklık, hesap verebilirlik, katılımcılık, etkinlik, hukuka bağlılık ve toplumsal sorumluluktur. 2000’li yıllarda toplumlar çok yaratıcı, verimli Yönetişim biçimleri ortaya koyuyor, deniyor, deneylerinden dersler çıkarıyor. Bu anlamda yeni bir yurttaşlık bilinci gelişiyor. Bu yurttaşlık bilinci kendi sorunlarına sahip çıkan, yüksek standartlar talep eden ama bu standartların oluşumunda ve hayata geçirilmesinde aktif rol alan, bunun için kendi içinden çözümler çıkaran ve bunun için yapılanmalar oluşturan yeni bir kimliği simgeliyor.

İyi yönetişimin toplumsal yaşamda dört düzeyde gerçekleşebilir: 1) Kamu düzeyinde 2) Özel Sektör düzeyinde 3) STK’lar düzeyinde 4) Kişisel düzeyde.

Kamu yönetimi düzeyinde iyi yönetişim, devlet organlarının ve kamu hizmeti veren kuruluşların şeffaflığıyla başlar, hesap verebilirliğinden geçer ve verimlilikle sonuçlanır. Bugün toplum olarak acısını yaşadığımız hemen bütün sorunların, yolsuzlukların, verimsizliklerin, savurganlıkların panzehiri iyi yönetişim ilkelerini yalnızca sözde değil, özde de benimsemek ve yaşama geçirmektir. Sivil Toplum Kuruluşları böyle bir süreçte çok önemli bir rol üstlenebilirler. Devlet, her biri alanında uzmanlaşmış sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği hem ulusal sorunlarımızı aşmamıza yardımcı olacak, hem de katılımcı demokrasiyi geliştirerek devlete duyulan güveni artıracaktır.

İkinci olarak özel sektör düzeyinde iyi yönetişim, iç içe geçmiş iki kanaldan gerçekleşebilir. Bir yandan kurumsal yönetişim uygular. Bu doğrultuda kendi yönetim yapılarında şeffaflığı, hesap verebilirliği, katılımcı yönetim tarzını, etkinliği ve verimliliği yaşama geçirir. Diğer yandan da toplumsal projelere kaynak ayırarak, yöneticilerinin ve çalışanlarının zamanlarının belirli bir bölümünü bu projelere, sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerine ayırmaya teşvik eder. Bu konuda duyarlı şirketler tarafından kurulan “Özel Sektör Gönüllüler Derneği’nin” şirketlerin sosyal sorumluluklarını geliştirmelerine yardımcı oluyor.

Üçüncü olarak sivil toplum kuruluşlarının kendi içlerinde iyi yönetişimi esas almaları, Toplam Kalite Yönetimi ilkelerinin uygulanması, bu çerçevede etkin yönetimin yaşama geçirilmesi, yöneticilerin seçiminde belirli çevrelerin, hatır gönül ilişkilerinin rol oynamasındansa işinin ehlini seçme anlayışının egemen olması, genel anlamda toplumda iyi yönetişim ilkelerinin yerleşmesinde çok önemli bir rol oynayacaktır. KalDer ile Boğaziçi Üniversitesi’nin oluşturduğu “Sivil Toplum Örgütleri Yönetici Sertifika Programı”’nın ülkemizdeki STK’ların yönetim etkinliğini artırmaya yardımcı oluyor.

Dördüncü olarak, iyi yönetişim ilkelerinin yaşama geçmesinde kişiler önemli bir sorumluluk taşıyorlar. Kişisel düzeyde, her insan bir yandan tüketici, bir yandan yurttaş, bir yandan da toplumsal sorumluluğu olan bir bireydir. Bu sorumlulukları yerine getirirken şeffaflık, açıklık, hesap verebilirlik, katılımcılık, etkinlik gibi iyi yönetişim ilkelerine sahip çıkarak sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere her kurumun gelişmesine ve toplumsal refahımızın artmasına katkıda bulunacaktır, çünkü bu şekilde kaynakların çok daha etkin kullanılmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla her birimiz, birer yurttaş olarak devletten, birer müşteri olarak şirketlerden ve birer birey olarak STK’lardan İyi Yönetişim’i talep etmeli ve kendimiz de bu ilkeleri yaşayarak çevrelerine umut veren birer örnek olmaya çalışmalıyız. Çözümün kendi içimizden başladığını unutmamalıyız.

İyi yönetişimin gerektirdiği katılımcılığın toplumsal anlamda etkin ve verimli sonuçlara ulaşabilmesi, ancak ulusal ölçekte eşitlikçi, katılımcı, yeni bir “eğitim” anlayışının yerleştirilmesiyle sağlanabilir.

Daha yüksek refah düzeyine sahip, yurttaşları daha mutlu, daha çok üreten ve uluslararası rekabet gücü yüksek bir ülke olmak istiyorsak, her düzeyde iyi yönetişimi yaşama geçirmeliyiz.

Su ve Küresel Yönetim

Yaşamın temelini oluşturan temiz su kaynaklarının gitgide tükenmesi ve kirlenmesi dünyanın en önemli problemlerinden biri haline geliyor. Suyun ekolojik dengeleri bozacak düzeyde tüketimi ve kirletilmesi sorununa çözüm bulabilmek, yeryüzünün 50%’sini kaplayan ve dünya nüfusunun 40%’nın yaşadığı bir alana yayılmış olan 300 su havzasının iyi yönetilmesini gerektiriyor.

Dünyada yaşamın sürdürülebilir kılınması için insanların karşılıklı bağımlılıklarını çok daha iyi anlamaları gerekiyor. Bir bölgedeki aşırı enerji tüketiminin, global ısınma sebebiyle diğer bir bölgede sel baskınlarına yol açtığı, Afrika’da oluşan ve başta pek önemsenmeyen bir hastalığın Amerika’da salgın hale geldiği ya da terörist saldırıların kendilerini besleyenleri hedef aldığı dünyamızda, su sorunu, küresel yönetimin gerekli olduğu önemli bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Kaçınılmaz olan, yönetim sistemlerinin ve bakış açılarının küresel bir boyut kazanmasıdır

Su yaşamdır, su güçlüdür. Suyun gücü milyonlarca insanın yer değiştirmesine yol açar. Suyun yetersizliği kuraklık, fazlası ise sel nedeniyle insanları yurtlarından eder. Çağımızda su tüketimi geometrik olarak artmaktadır. 20. yüzyılın ilk 80 yılında dünyada kişi başına düşen su kullanımı 200% artmıştır. Bu artışın karşılanması için temiz su kaynaklarının kullanımıo 566% oranında arttı. Yaşamın suya dayandığını düşünürsek, bu trend dünyanın geleceği için kritik bir tehlike oluşturuyor.

Ortalama bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için günlük 5 litre, temizlik, yemek pişirme gibi diğer yaşamsal faaliyetler de gözönüne alındığında günlük 50 litre suya ihtiyacı vardır. Oysa bir A.B.D. vatandaşı günde 250-300 litre su tüketirken, dünyada her beş insandan biri güvneli içme suyuna erişememekte ve her yıl 5 milyondan fazla kişi (tüm savaşlarda ölenlerin 10 katı) suszuluğun yol açtığı hastalıklardan ölmektedir. Bu durum dünyada su yönetiminin güçlüğüne ve önemine işaret eder.

Böylesine temel bir ihtiyacın herkese ücretsiz olarak sağlanması gerektiği düşünen birçok kişi vardır. Ancak, suyun doğanın yaşama bir armağanı olduğunu düşünenler suyun yeraltından çıkarılması, taşınması, barajların yapımı, ve pompaların işletilmesini insana bıraktığını da unutmamalıldır. Evet su haktır, ama her hak bir sorumuluğu ve yükümlülüğü getirir. Suyun suni olarak düşük fiyatlandırılması, verimsiz kullanımına ve hizmet sunumuna yol açar.

Suyun bir değerinin olduğu ve verimsiz kullanımının yaşamın sürdürülebilirliğini azalttığı unutulmamalıdır. Suyu kullanarak ve kirleterek tüketenler, dünyanın geleceğine yönelik araştırma ve yatırımlarda kullanılmak üzere bir bedel ödemek durumundadırlar.

Suyu bir ticari varlık olarak görmek verim ve etkinlik artışını sağlar. Suyun yer değiştirme özelliği suyun mülkiyet haklarının ve kontrolünün belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Pazar mekanizmasını oluşturmak için birçok ülkenin bugün yapmadığını yaparak, mülkiyet haklarını net biçimde tanımlamak gerekli.

Uluslararası su pazarlarının oluşumu ve su ticaretinin temelini oluşturduğu ekonomik bağımlılıklar, anlaşmazlıkların önüne geçmek için de iyi bir araç olarak kullanılabilir. Pazar dengeleri, suyun miktarını ve kalitesini ve verimliliği artıracak yaratıcılığı ortaya çıkaracaktır.

Günümüzde, mevcut ekonomik üretimi ve yaşam kalitesini hiç azaltmadan su talebini endüstride 40-90%, şehirlerde 10-50%, tarımda ise 30% oranında azaltacak teknolojiler mevcuttur. Önemli olan bunları hayata geçirecek teşvik mekanizmalarının ortaya konulmasıdır.

Yakın zamana kadar su yönetimi tamamen devletler tarafından üstlenilmekte iken, artık Sivil Toplum Kuruluşları (STK) bu alanda yönlendirici roller oynamaya başlamışlardır. Yoksulluğun azaltılmasına katkıda bulunan sivil toplum girişimleri tartışarak, kaynak oluşturarak ve örgütleyerek ihtiyacı olanlara gerekli su kaynağını ulaştırmaktalar. STK’lar ve uluslararası kurumlar bu sorunların çözümünde merkezde yer alırken, katılımcı demokrasinin gelişmesini de sağlıyorlar. Bu kurumlar devletin yerini almak değil, tam tersine ona destek olduklarında sorunların çözümüne önemli katkılar sağlayabiliyorlar.

Hayati değer olan suyla ilgili çözümlerde uluslararası, bölgesel, sektörel ve azınlıklar dahil tüm paydaşların ortak yaklaşımı ve beraberce karar almaları kaçınılmazdır.

Böylesine ortak bir mesele için geliştirilebilecek önerilerden biri suyun kullanımına yönelik “küresel su vergisi” olabilir. Bu vergi, günlük olarak 50 litreden daha fazla tüketim yapan her kişiden fazla tüketimi oranında alınmalı ve temiz suya erişimi bulunmayan insanların durumlarının iyileştirmesi için kullanılmalı. Bu vergi dünya üzerindeki tüm insanların yaşamsal hakları olan günde 50 litre kullabilir duruma gelene kadar devam etmeli.

İnsanoğlunun birbirine olan bağımlılığı gün geçtikçe artıyor ve dünyanın kaderi herkesin ortak kaderi oluyor. Unutmamalıyız ki, küresel bir kaynak olan suyun kullanımında küresel karar alma mekanizmaları kullanılmalı ve başkalarının hakları da gözetilmeli.

13. yüzyıl şairlerimizden Yunus Emre’nin söylediği gibi “başkasına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” felsefesi dünyanın geleceğini yönlendirmede kritik önem taşımaktadır.

Günümüzde yükselen değerler olarak görülen “demokrasi” ve “insan hakları”, insanların geleceklerinin kaderini belirleyen kararlarda katılımcı olmaları ile anlam taşımaktadır. Bunun için gerekli şartlar, “bilgiye erişim” ve “katılımcı karar mekanizmaları”dır. Bu şartları sağlamak bilgi çağında yaşayabilmekle mümkündür. Dünyanın neresinde olursa olsun katılımcı demokrasiyi sağlamak artık bir küresel sorumluluktur ve ulusların sınırlarını aşarak, uluslararası bir toplumu ilgilendirir.

Eğer “su” gibi dünyanın geleceğini ilgilendiren bir konuda kararlar alıp, çözümler üretiyorsak ve eğer insan hakları ve demokrasiye inanıyorsak, insanları eğiterek onlara “dünya vatandaşı” olma bilincini kazandırmak için çabalamalıyız. Sürdürülebilir bir gelişim ve dünya barışı için kararlarımızın başkalarına olan etkilerini göz önüne alarak hareket etmemiz gerekir. İyi yönetim öncelikle, kişinin kendini iyi yönetmesidir. Kendisi için istediğini, diğerleri için de isteyebilme olgunluğuna erişebilmesidir.

Tarımsal Destekler

Serbest piyasa ekonomisini savunan gelişmiş ülkeler, en büyük devlet müdahalesini tarım sektörüne sağladıkları desteklerle yapıyorlar. Dünya Bankası tarafından hazırlanan kapsamlı bir çalışma, gelişmiş ülkelerin tarım sektörüne yaptıları müdahalelerin hem kendi ülkelerinde, hem de dünya da fakirliği artırdığını açıkça ortaya koyuyor.

Küresel büyümenin sürdürülebilmesi ve fakirliğin azaltılması için gelişmiş ülkelerde politikacıların, dolayısıyla devletlerin, yapmaları gerekenlerin başlarında tarımsal politikalarda ciddi bir reform gerçekleştirmek geliyor. Küresel gelişmeye önemli bir katkıda bulunacak olan tarımsal reformu başlatanlar geniş kitlelere zenginlik getiren bir küresel liderlik göstermiş olacaklar.

Dünya Bankası raporuna göre 1990’larda gelişmiş ülkeler ortalama %2 büyürken, gelişmekte olan ülkeler %5 büyüme göstermişler. Aynı dönemde gelişmemiş ülkeler ancak %2 büyüme kaydetmiş ve en fakir ülkeler ise ekonomik olarak küçülmüşler!

Yüzde beş büyüme gösteren ve 3 milyar insanın yaşadığı 24 ülkede aynı zamanda ortalama yaşam süreleri ve okullaşma oranlarında da önemli iyileşmeler kaydedilmiş. Bu ülkelerin ortak özellikleri, küreselleşme sürecine aktif katılım sağlayacak politikaları uygulamış olmaları.

Diğer taraftan 2 milyar insanın yaşadığı Afrika, Orta Doğu ve bazı Asya ülkelerinde gözlenen eksi büyüme oranlarının nedenini ise hem kendi devlet politikalarının yetersizliğinde, hem de gelişmiş ülkelerin uyguladıkları korumacı politikalarda aramak gerekiyor.

Fakir ülkelerin küreselleşme sürecine aktif katılımını sağlayacak rekabet avantajları, sadece tarım ve emek yoğun sektörlerinde bulunuyor. Ancak, gelişmiş ülkelerdeki korumacılığın yüksek olduğu alanlar da tarım ve tekstil gibi emek yoğun sektörler!!

Günde iki dolardan az kazananların ürettikleri ürünlerdeki korumacılık, daha zengin kesimlerin üretiklerine göre en az iki misli daha yüksek !! Tarife dışı engeller de yine bu sektörlerde yoğunlaşıyor.

Örneğin, gelişmiş ülkelerin çiftçilerine verdikleri destekler günde 1 milyar dolara yaklaşıyor. Bu miktar her sene yükselmekte ve gelişmiş ülkelerin fakir ülkelere sağladıkları yardım miktarının altı katından fazla! Gelişmiş ülkelerin tarım sektörü destekleri 2000 yılında $327 milyar ve bu ülkelerin GSMH’larının %1.3’üne ulaşmış durumda.

Diğer taraftan, fakir ülkelere sağlanan yardımlar da 1980’lerden beri düşüşte ve bugün gelişmiş ülklerin GSMH’larının %0.2’sini oluşturuyor. Gelişmekte olan ülkelerin tarımsal ürün ihracatının $170 milyar olduğu göz önüne alındığında bu desteklerin ne kadar ciddi bir soruna yol açtığı daha iyi anlaşılabilir.

Gelişmiş ülkelerdeki çiftçiler ürünleri için dünya fiyatlarının %40-60 fazlasını alıyorlar. Üstelik sanılanın aksine bu destekler gerek ABD’de, gerekse AB’de kendi ülkelerindeki fakir çifçilerden daha çok zengin çiftçilere gidiyor.

Örneğin, ABD Tarım Bakanlığının bir çalışmasına göre ABD’de verilen tarımsal desteklerin yaklaşık yarısının ABD’deki tarım sektöründe çalışan nüfusun en zengin %8’i tarafından alındığı belirlenmiş. Bu destekler, sadece dünya ticaretini ve başka ülkelerdeki fakirleri değil, aynı zamanda ABD’deki fakir çiftçileri de olumsuz etkiliyor. Tarım alanları büyük çiftlik sahipleri elinde toplanıyor, kimyasal gübre tüketimi artıyor, tabii üretim metodları yerini genetik olarak değişime uğramış ürünlere bırakıyor.

Bu desteklerin yanısıra, gelişmiş ülkelerin genellikle sağlık gerekçesiyle koydukları tarımsal ürünler için uygulanan kontroller, dünyadaki tarımsal ürürn ticaretini önemli ölçüde engelliyor.

Bu nedenle, gelişmiş ülkelerde tarımsal ürünlerin fiyatları yükseliyor, tüketimiş azalıyor, ve vergi gelirleriyle desteklenen ürünlerin ihracatı artıyor. Aynı zamanda, gelişmiş ülke tarım üreticilerinin dünya arz talep dengesine duyarsız hale getirilmiş oluyor. Böylelikle, gelişmiş ülkelerdeki yüksek fiyatlar, dünya piyasalarında düşük ve değişkenliği yüksek fiyatlara sebep oluyor. Bu durum fakir ülkeleri ve bu ülkelerin çiftçilerini olumsuz olarak etkiliyor.

Kısacası, zengin ülkelerin korumacılığı, fakir ülkelerin gelişmesini engelliyor. Bu olumsuzlukları gidermenin yolu tarım ürünleri piyasalarındaki devlet desteklerini ve müdahalelerini en aza indirmektir. Dünya Bankası’nın tahminlerine göre tarım sektöründe ticaret serbestisinin getirilmesi gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızlarını kalıcı olarak %0.5 artıracak. Bu 2015 yılına kadar 300 milyon insanın fakirlik sınırının üstüne çıkmasını sağlayacak. Böyle bir serbestleşmenin gelişmekte olan ülkelere ilk on yıl içinde $1.5 trilyon artı gelir sağlayabileceği hesaplanıyor. Benzer şekilde, gelişen dünya ticareti ve zenginleşen dünya vatandaşları sayesinde gelişmiş ülkelerin de $1.3 trilyon kazanacakları tahmin ediliyor. Bu kadar ciddi bir kazan-kazan potansiyelinin olduğu bir konumda liderlik göstererek tarımsal reformu başlatanlar geniş kitleler tarafından takdir ile anılacaktır.

Küresel Barış İçin Küresel Zekat

Dünya tarihine baktığımızda insan hayatını etkileyen olgular arasında toplumda en uzun süreli olarak etki alanını koruyan olgunun dinler olduğunu görürüz. Dinler, kültürlerden, yönetim sistemlerinden, şirketlerden, imparatorluklardan, hatta süper güçlerden (!) uzun bir yaşama sahip. Bunun temel nedeni dinler arasında şekilde önemli farklılıklar olmasına rağmen, din olgusunun ana fikir olarak toplumsal yaşamın sürekliliğine ilişkin ilkeleri esas almış olmasıdır.

Özellikle büyük dinlerin ortak ilkelerinden birisi de toplumsal dengenin sürdürülebilmesi icin çevremizdekilerin sorunlarına ilgi duyma ve onlara yardım etme sorumluluğudur. Bu sorumluluğu yerine getirmezsek dünyanın geleceğini tehlikeye attığımızı iyi anlamalıyız.

Dünyadaki insanlarin beşte biri günde $1 doların altında gelirle aşırı fakirlik düzeyinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Günde $2 doların altında gelire sahip olanlar ise dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturuyor.

Gelişen teknolojilerle gün geçtikçe küçülen bir dünyada öne çıkan `Dünya Vatandaşlığı` kavramı her birimize kişisel ve toplumsal sorumluluklar yüklüyor.

Son yirmi senede gelişmiş ülkelerle fakir ülkeler arasındaki gelir dağılımı uçurumu, ülkelerin kendi içindeki gelir dağılımlarından daha cok bozuldu. Küçülen dünyada çevremizdekilerin sorunlarının bizim de sorunlarımız olacağı bilinci maalesef yeterince oluşmadı.

Ancak, bu durumun kader olmadığını, vurgulamakta fayda var. Dünya Bankası`nın bir raporuna göre (i) 1965`ten bu yana gelişmekte olan ülkelerin kişi başına gelir düzeyleri iki mislinden fazla artmış. (ii) Son 40 yılda gelişmekte olan ülkelerde beklenen yaşam süresi 20 yıl artmış. (iii) Son 30 yılda gelişmekte olan ülkelerde okuma yazma oranları %50`den %75`e yükselmiş (iv) Son 20 yılda Dünya nüfusu 1.5 milyar artarken, günde $1 dolardan az bir gelirle geçinen insanların sayısı 200 milyon kadar azalmış.

Ocak ayında 189 ülkenin ortak deklarasyonuyla 2015 yılına kadar Dünya`da fakirlikle mücadele için bir atılım yapılmasına karar verildi. Bu deklarasyona göre 2015 yılına kadar

(i) günde $1 doların altında gelirle yaşayan insan sayısının yarı yarıya azaltılması,

(ii) her çocuğun ilk öğretim hakkından faydalanmasının sağlanması,

(iii) beş yaşının altındaki çocukların olum oranlarının bugünkü oranların 1/3`ü seviyesine indirilmesi,

(iv) doğumdaki olum oranlarının bugünkü oranın 1/4`ü seviyesine indirilmesi, kararlaştırıldı.

Ancak, mevcut sistemler ve yardım miktarları ele alındığında bu hedeflere ulaşmanın mümkün olamayacağı belli oldu.

Toplumların küresel sorumluluk bilincinin bir göstergesi olarak her sene fakir ülkelere yaptıkları yardımlara GSMH`nin oranı olarak bakılabilir. Bu göstergeye bakıldığında ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor: OECD ülkeleri ortalama olarak GSMH`nin sadece binde 2.4`ünü yardım olarak ayırıyorlar. Bu göstergeye göre en iyi performans %1 oranı ile Danimarka`nın. En düşük performans ise binde 1 oranı ile A.B.D.`ne ait.

Bu hafta dünya liderleri Birleşmiş Milletlerin Meksika`da düzenlediği `Gelişmenin Finansmanı` sempozyumuna katılıyorlar. Fakirliğe çözüm bulmak için yardımların artması konusunda kriterler belirlerken, dinlerin öğretilerinden de faydalanılabilinir. Örneğin, müslümanlıktaki zekat uygulaması insanlarin kendi yaşamlarını sürdürmek için gerekli olanın dışındaki birikimlerinin 1/40`ını çevresindeki fakirlerle paylaşmasını öngörür. Eğer dünya vatandaşlığı kavramı ciddiye alınıyorsa, dünya ortalamasının üzerindeki gelirlerinden benzer bir oranın fakirlikle mücadele için kullanılması hedeflenebilir.

Milyarlarca dolarla ifade edilen savunma harcamalarındakı artış yerine fakir ülkelerin gelişmesine yardım edilmesinin küresel barışa ne kadar katkıda bulanacağı, ve riskleri azaltma konusundaki etkinliği iyi değerlendirilmelidir.

Dinlerin ortak öğretisi, sevginin ve paylaşmanın daha huzurlu toplumlar yarattığı yönündedir. Küresel vatandaşlık bilinci doğrultusunda insanlarin bencillikten arınıp, daha dengeli bir gelir dağılımı olan bir dünya hedeflemeleri küresel barışı artıracaktır.

Yardımın miktarı kadar, ne kadar etkin kullanıldığı da büyük önem taşıyor. İnsanlara balık vermekten daha önemlisi, balık tutmayı öğretmektir.

Yine önemli öğretilerden birisi de yardımın hak etme prensibi gözetilerek yapılmasıdır. Yardımı alanların da bunu verimli kullanma sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır. Hak etmenin en iyi göstergesi de verimli kullanımın tescilidir.

Fakirliğin önlenmesi için yardımları artırmayı düşünenlerin, diğer uygulamalarının da fakirliği artırma yönündeki etkilerini de hesap etme sorumluluğu vardır. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerin rekabet gücü olan sınırlı alanlarda ticaret serbestisini azaltmanın, tarım alanında büyük subvansiyonlarla küresel pazarların bozulmasına yol açmanın fakirliği artırma etkileri de göz ardı edilmemelidir.

Özetle, daha yaşanabilir bir dünya için küresel paylaşma kültürünün gelişmesine destek olmak hepimizin görevidir.

Dünya Ticaretini Geliştirmek

Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Doha’da başlattığı yeni görüşme sürecinde farklı ülkelerin ortaya koydukları talepler, aslında ülkeler arasında ne denli önemli çıkar çatışmalarının olduğunu ortaya koyuyor.

Ticaretin serbestleşmesinin tüm dünya için refah düzeyinin artması anlamına geleceği, yaygın kabul gören bir teori. Ancak buna rağmen, ülkeler bu genel refah artışından çok, refahın kendi ülkeleri açısından dağılımına odaklanıyorlar. Bu durum, ancak oybirliği ile karar alabilen DTÖ’nde bu görüşme turunda anlaşma sağlanmasının ne kadar güç olduğunu gösteriyor.

Küresel refahı artıracağı konusunda görüş birliği olan bu görüşme turunun başarıya ulaşması, başta gelişmiş ülkelerin senelerdir savundukları “serbest ticaret” kavramı ile çelişen taleplerinden fedakarlık etmelerine bağlı.

11 Eylül, dünyanın ne kadar küçüldüğünü ve sürdürülebiliri refah için küresel işbirliğinin zenginleştirilmesi gereğini açıkça ortaya koydu. Şimdi sıra söylemden, eyleme geçmekte.

Doha’da ortaya konan görüşler, gün geçtikçe şeffaflaşan Dünya’da tutarsızlıkların sürdürülmesinin en azından ahlaki açıdan mümkün olamayacağının yeterince anlaşılmadığını gösteriyor.

Dünya gerçekten serbest ticarete kavuşacaksa, her konuda politik gücü olanın değil, başarılı olanın kazandığı bir ortamı yaratmak zorunda. Küresel yaratıcılığın ve refahın artması ancak herkese adil bir rekabet fırsatı yaratmakla sağlanabilir.

Bunun için özellikle gelişmiş ekonomilere sahip ülkeler, tekelleşme tehlikesi olmayan durumlarda, kota ve telafi edici vergi uygulamalarını tamamen kaldırmalılar. Bölgesel gelişme ve/veya stratejik önem maskesi ile başta tarım olmak üzere çeşitli sektörlere verilen sübvansiyonların, dünyanın daha rekabetçi olabilecek başka bölgelerinde fakirliğe ve açlığa yolaçan adaletsiz uygulamalar olduğunu kabul edip, kaldırılması sağlanmalı. Şeffaflaşan bir dünyada bir Fransız çiftçinin, Afrikalı bir çifçiden daha fazla desteklenmesi gerektiğini savunmak gittikçe güçleşecektir.

Fikri mülkiyet haklarının patent kanunları ile korunması gelişmiş ülkelerin gerek ikili ticaret anlaşmalarında, gerekse Dünya Ticaret Örgütü aracılığı ile uluslararası ticaret anlaşmalarında önem verdikleri konuların başında geliyor.

Aslında, patent kanunları serbest piyasa ekonomisinin belli bir konuda etkin işleyememesini düzeltmek üzere, devlet otoritesi tarafından piyasaya bir müdahale biçimidir.

Bilginin kolaylıkla paylaşılabilme ve taklit edilebilme özelliği nedeniyle, yeni buluşlar için gerekli yatırımın, yatırımcısına getiri sağlayamaması durumunu düzeltmek için yapılan bir müdahale.

Patent kanunları ile yeni buluşlar için yatırım yapıp başarılı olanlara belli bir süre için tekel hakkı verilerek, toplumda yenilik ve yaratıcılık için yeterli düzeyde yatırım yapılması ve bu süre sonrasında bilginin serbestçe paylaşılması hedefleniyor. Gerçekten de etkin patent kanunları olan ülkelerde yaratıcılığın teşvik edildiği ve birçok buluşun gerçekleştirildiği görülüyor.

Ancak, pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da devlet müdahalesinin piyasa şartlarının gerisinde kaldığı görülüyor. Belli bir ülke esas alınarak verilen, örneğin 20 yıllık, tekel hakkı süresi birçok ülkede birden verilmeye başlandığında, acaba aynı mı kalmalı?!! Buluşların, piyasaya verilecek ürünler haline dönüştürülmesinin ve dolayısıyla buluştan kazanç sağlama sürecinin her geçen gün kısaldığı bir ortamda, acaba tekel hakkı için tanınan süre aynı mı kalmalı?!! Sermaye piyasalarının, yenilikleri tek kuruş kazanmadan bile ödüllendirmeye başladığı bir dönemde, acaba tekel hakkı için tanınan süre aynı mı kalmalı?!!

Patent kanunlarında tanınan tekel hakkı sürelerinin gereğinden uzun olması, toplumların gelişmesini sınırlandıran bir etken olabilir. Aynı zamanda, daha çok patent hakkına sahip ülkelerin, sermaye birikimi sınırlı olan ülkelerden aşırı kaynak transferine de yol açarak, gelişmeyi geciktirebilir. Bunun için, patent kanunlarına karşı olmak değil, global topluma en adil ve en iyi şekilde hizmet edecek düzenlemeleri ve parametreleri önerebilecek düzeyde hazırlık yapma gereği var.

Patent kanunları ile ilgili olarak sorgulanması gereken bir başka konu da hangi yeniliklerin patent kapsamında korunmasının toplum yararına olduğudur. 11 Eylül sonrasında A.B.D. ve Kanada’da Avrupalı bir ilaç şirketinin anthrax ilacı ile ilgili olarak takınılan tutum, Afrika ülkelerinin AIDS ilaçları için yapmak istedikleri uygulumaları güçlendirdi. Bir kez daha Dünya’nın şeffaflaşması tutarsızlıkları sürdürülemez kılıyor!

Fikri mülkiyet haklarının korunması için global ekonomide de düzenlemeler gerekiyor; ancak, bu düzenlemelerin parametreleri yeni dünya gerçekleri ile yeniden ele alınmalı.
Üzerinde durulması gereken bir başka konu da gelişmiş ülkelerin seçici göç politikaları.

Gelişmiş ülkeler bilgili ve yaratıcı beyin açıklarını, bu özelliklere sahip kişileri ülkelerine cezbederek kapatıyorlar. ABD’nin iki yılda yabancı bilgi teknolojisi uzmanlarına verdiği çalışma ve vatandaşlık izinleri ikiye katlanmış. Silicon Valley’de çalışanların çoğu yabancı bir ülkede doğmuş! Almanya’nın bilgi teknolojisinde geri kalmamak için 1970’lerden bu yana en büyük yabancı cezbetme faaliyetine hazırlandığı belirtiliyor. Batı’da alınan patentlerin önemli bir kısmının da o ülkeye sonradan gelenler tarafından alındığı biliniyor.

Seçici göç politikaları dünyanın beyin gücünün belli ülkelerde odaklaşmasını sağlarken, gelişmekte olan ülkelerin yüksek katma değerli ürünlere geçişini de geciktiriyor.

Diğerlerinin dışarıda bırakılması ise küresel verimlilik artışını sınırlandırıyor. Gelişmiş bir ülkenin vatandaşı olmanın (ve oy verme hakkına sahip olmanın) dışında hiçbir özelliği ve rekabet gücü olmayanların korunmasına yol açıyor.

Gerçek serbest ticaret sadece finansal kaynakların değil, aynı zamanda tüm ürün, hizmet ve insanların da serbestçe dolaşımının sağlanmasıyla gerçekleşebilir.

Doha’da dikkat çeken bir başka konu da gelişmiş ülkelerin yüzlerle ifade edilen delegasyonlarla bu toplantılara katılmalarına karşın, gelişmekte olan ülkelerin çok sınırlı heyetlerle katılım sağlaması oldu. Bu açıdan bakıldığında, gelişmekte olan ülkelerin ticaretin yönlendirilmesine ilişkin konularda uzman geliştirme ihtiyacı olduğu görülüyor. Bir başka deyişle görüşmeler eşit şartlarda yapılmıyor.

Gelişmiş ülkelerin Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla getirmek istedikleri çevre koruma ve çalışma şartlarına ilişkin standartlar konusu ise üzerinde çok çalışma gerektiriyor. Dünya’daki gelişmişlik farkları nedeniyle oluşan farklı öncelikler, DTÖ’nin oybirliği esasına göre çalışıyor olması ve bu tip standartların denetimine ilişkin orgütsel yapısının sınırlı olması bu konuların DTÖ çerçevesinde çözümünü güç kılıyor.

“Her konuda tam serbestlik” anlayışı en tutarlı ve adil yaklaşım olmakla birlikte, kısa zamanda bu yaklaşımın kabul görmesini beklemek gerçekçi değildir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde DTÖ çapında anlaşma sağlanana kadar ülkeler arasında ikili ve/veya bölgesel anlaşmaların öncelik kazanması bekleniyor. Türkiye de bu yaklaşım kazanana kadar tüm araçları kullanma yetkinliğini artırarak ülkemizdeki sermaye ve deneyim birikimini geliştirme çabasında olmalıdır.

Özetle, küresel anlamda bir başarı için öncelikle gelişmiş ülkelerin konuya sınırlı iç çıkarları koruma anlayışı ile değil, küresel bir bakış açısıyla yaklaşmaları gerekiyor.

Unutulmamalı ki, tutarsızlıkların ve adil olmayan yaklaşımların sürdürülebilirliği, şeffaflaşan bir dünyada her geçen gün daha da güçleşiyor. Kendisi için istediklerini başkaları için de isteyebilenler, sadece lider olmakla kalmayıp dünya vatandaşlarının gönlünde de özel bir konum kazanacaklar.

Küresel Yönetim

Dünya, sorunlarını çözebilmek için yeni bir yönetim anlayışına geçmeli. Günlük hayatımızı ilgilendiren konular küresel bir nitelik kazandıkça, yönetim sistemlerimiz ve bakış açımız da küresel bir boyut kazanmalı: Küresel toplum ve küresel vatan anlayışına geçişi sağlamalıyız.

Bu anlayış, dünyayı ilgilendiren kararların merkezde bulunan sınırlı sayıdaki insanın çıkarları doğrultusunda değil, geniş kitlelerin benimsediği doğrultuda alınmasını gerektiriyor. Yine bu anlayış, sadece belli bir kesimi ilgilendiren kararların, onlar tarafından alınmasını gerektiriyor.

Dünya’nın bir bölgesindeki aşırı enerji kullanımı, küresel ısınma nedeniyle bir başka bölgesinde sellere yol açabiliyor. Afrika’da olduğu için önem verilmeyen bir hastalık, Amerika’da korkulu bir salgın haline gelebiliyor. “Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın” anlayışı ile desteklenen bir terörist, zaman geliyor destekçisini vurabiliyor. Farklı inanç ve düşüncede olanların ezilmesi ve dışlanması, küresel barışı tehdit eden tepkilere yol açabiliyor. Bu gibi sorunların çözümü; uzayın ve okyanusların zenginliklerinin insanlık için kullanılması, insanlığın uzlaşı içinde birlikte hareket etmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla, günlük hayatımızı ilgilendiren konular küresel bir nitelik kazandıkça, yönetim sistemlerimiz ve bakış açımız da küresel bir boyut kazanmalı.

İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, birçok dindeki “Tanrı herşeyi görür” anlayışının, “Küresel toplum herşeyi görür” şeklinde yansımasını getiriyor. CNN’de verilmeyen bilgi, El Cezire TV’de; orada bulunmayan bilgi, internet aracılığıyla anında geniş kitlelere ulatıyor. Dolayısıyla, gerek kişisel, gerek kurumsal, gerekse toplumsal tutarsızlıklar sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. İstesek de istemesek de, teknolojik gelişmeler ve demokrasi anlayışıyla gelen düşünce özgürlüğü yönetimde şeffaflığı artırıyor. Artan teffaflyk ise toplumları hem içe, hem de dışa yönelik politikalarda tutarlı olmaya yöneltiyor.

Dünya’nın en büyük ekonomik ve askeri gücüne sahip olan Amerika’nın yöneticileri aldıkları kararlar için sadece kendi vatandaşlarına karşı değil, aynı zamanda küresel vatandaşlara karşı da sorumlu olduklarını anlamak zorundalar. Ülkemizdeki yöneticiler ise Türkiye’nin uluslarası sorumlulukları için gösterdikleri duyarlılığı, devlet-vatandaş ilişkilerinde kendi vatandaşına karşı da göstermek zorunda olduklarını anlamalılar. İster oy hakkı, isterse ekonomik imkanları olduğu için, sadece güçlü olanın haklı olduğu anlayışını değiştirmeliyiz. Kısacası, ulus devletleri yönetenler gelişmekte olan küresel toplum ve küresel vatan olgusunu kavrayarak iç ve dış politikalarında tutarlı olmaya özen göstermelidir.

Artan şeffaflık, kişi ve kurumları da davranışlarında tutarlı olmaya yöneltiyor. İyi yönetim, tutarlı davranışlarla karşılıklı güvenin oluşturulmasına dayanır. İyi yönetim, gerçek adalet duygusunun yansıtıldığı bir bilgelik gerektirir. Anadolu geleneğinde çok önemli bir yeri olan tasavvuf felsefesi bu konuda bize önemli ipuçları veriyor. Hoşgörü ve ahenge dayanan bu anlayışa göre iyi yönetim aslında kendimizi yönetmek demektir. İyi yönetim kendimizi korkularımızdan kurtarmak, gözlerimizi ve yüreklerimizi yeni perspektiflere açmak ve “kendimiz için ne istiyorsak, karşımızdaki için de onu isteyebilmek” demektir.

Küresel vatandaşlığın ön plana çıkmaya başladığı bir dünyada ne insan hakları, ne de demokrasi geleneksel anlamlarıyla sınırlı olarak algılanmıyor. Geleneksel olarak insan hakları, hiç kimsenin cins, renk, ırk, dil, din, sosyal sınıf ya da politik inançlarından ötürü ayrımcılığa uğramaması temel ilkesine dayanır. Demokrasi de genel olarak oy verme hakkı, düşüncesini ifade etme özgürlüğü ve benzeri haklarla tanımlanır.

Oysa artık insan hakları da, demokrasi de bunların ötesine geçiyor. Artık esas olan, insanların geleceklerini biçimlendirmede söz sahibi olması, küresel karar alma süreçlerine katılabilmesidir. Modern çağın insan hakları ve demokrasi kavramlarının içeriği budur. Yönetim kavramından, katılımı ve karşılıklığı ifade eden “yönetişim” (governance) kavramına geçişin temelinde de bu dönüşüm vardır.

Böyle bir katılımcı yönetim anlayışının en önemli önkoşullarından biri de geniş kitlelerin, hayatlarını etkileyen gelişmelere ilgi duymaları, ilgi duymaları için bilgilenebilmeleri, bilgilenmeleri için de gerekli araçlara sahip olmalarıdır. Bunun için bilgi çağına dahil olmaları, bilgi teknolojilerine ulaşabilmeleri gerekir. Bunu gerçekleştirecek yolları bulmak, gerekli adımları atmak da küresel bir sorumluluktur. Tek tek ülkeleri aşan, bir bütün olarak uluslararası topluluğun üstlenmesi gereken bir sorumluluktur.

Sonuç olarak, insan hakları ve demokrasiye gerçekten inanıyorsak, bu dünya üzerinde yaşayan tüm insanların bir “dünya vatandaşlığı” bilinciyle eğitimini, yetişmesini ve karar süreçlerine katılımını sağlamak için çalışmalıyız. İyi yönetimin sadece güçlülere değil, insanlığa hizmet etmek demek olduğunu anlamalıyız. Sürdürülebilir bir gelişme ve dünya barışı için aldığımız kararların başkalarını nasıl etkilediğini iyi anlamalı ve kendimizi bencillikten arındıracak bilgelik düzeyine erişmeliyiz.